Sanayi 4.0

Bir süredir gündemde görece yeni bir konu var: Sanayi 4.0. Peki ne bu Sanayi 4.0? En yalın haliyle Sanayi 4.0, ilki buhar makinesinin kullanımıyla başladığı düşünülen sanayi devrimleri sürecinin dördüncü aşaması olarak tanımlanabilir.

Birinci sanayi devrimi 18. yüzyılda buhar makinasının üretimde kullanılmasıyla başlamıştır ve tüm sınaî yapının dönüşümüyle sonuçlanmıştır. Üretim mekanikleşmiştir. İnsan gücünün yanı sıra makine kullanımı üretim hacmini daha önce mümkün olmayan düzeyde genişletmiştir.

İkinci sanayi devrimi ise 19. yüzyılda, elektrik enerjisinin kullanımıyla ve üretim bandı uygulamalarıyla ortaya çıkan kitlesel üretim sürecinin ürünüdür. Öte yandan bu dönemde makineleşmedeki yaygınlaşmaya rağmen insan gücü kullanımı gerilememiştir.

Üçüncü sanayi devrimi 20. yüzyılda elektronik, otomasyon ve bilgi işlem teknolojilerinin üretim sürecine entegre edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu devrede dayanak noktası ‘programlanabilir mantık’ temelinde bilgisayarların üretim sürecine dâhil edilmesidir.

Dördüncü sanayi devrimi ya da bugünkü yaygın adlandırmayla Sanayi 4.0 ise bilgi işlem ve otomasyon teknolojilerinin sağladığı imkânların da ötesinde ‘akıllı fabrikalar’ dönemine işaret etmektedir. Artık, internetin varlığı ve kullanımı bugüne kadarki gelişmeleri daha ileri bir aşamaya taşımaktadır. ‘Nesnelerin interneti’ ve ‘bulut bilişim’ teknolojileri, kendi kendine işleyebilen, kendi bünyesindeki kesintisiz ölçümlere dayanan veri üretiminin ve kullanımının dayandığı bir yapının içinde sürekli iyileştirmelerin; dolayısıyla sürekli maliyet düşüşlerinin ve kalite artışının mümkün olduğu yeni bir aşamadır. Dolayısıyla bu aşamada ‘zekaya dayanan üretim’den (intelligent production) söz edilmektedir ve ‘bulut bilişim teknolojisi (cloud computing) ile ‘büyük veri’ (big data) kavramları tartışmanın merkezinde yer almaktadır.

Dolayısıyla burada esas konular:

  • enformasyon toplama becerisi,
  • enformasyonun paylaşılması becerisi,

ve son olarak

  • daha üretken olunabilmesi için sözü edilen enformasyonu kullanma becerisidir; dolayısıyla konunun merkezinde ‘dijitalleşme’ vardır.

 

Burada dikkat çekilmesi gereken bir başka husus ise bu yapı içinde kontrol sürecinin merkeziyetçi olmamasıdır. Bir başka ifadeyle, bu yapının içinde kararlar, merkezi olarak verilmek zorunda değildir.

Yeni durumda ortay çıkan değişikliğin özü şudur:

  1. yüzyılla gelen Sanayi 3.0 yapılanması içinde, kontrol sistemi merkezileşmiş, bilgisayarlı otomasyonda makina ya da süreçler tek tek otomatize edilmiş, farklı parçalar arasındaki ilişkilendirme fabrika düzeyinde inşa edilmiş ve sadece belirli ürünlerin üretimine odaklanılan büyük ölçekli üretim bantları inşa edilmiştir.

Oysa Sanayi 4.0 ile – üç boyutlu yazıcıların örneklediği gibi – son derece ekonomik koşullarda müşteri talebine özel ürünlerin tasarlanması ve üretilmesi mümkün olabilmektedir.

Enformasyon toplayan alıcılar (sensörler) kesintisiz faaliyettedir. İnternet üzerinden sistemler yerleşim yerlerinden (lokasyonlarından) kaynaklanabilecek kısıtlardan bağımsız ve bütünleşmiş hâldedir. Toplanan enformasyon çoğu durumda doğrudan bulut (cloud) üzerinde bulunan bilgisayar sistemlerine iletilir. Enformasyon kolaylıkla paylaşılır. Sonuçta, başka sistemlerle bağlantı ve iletişim hâli daha önceki evredeki sisteme kıyasla çok daha üst seviyededir.

Bu beraberinde örneğin stok yönetiminden çok talep yönetimine odaklanılabilen daha etkin bir işleyişi mümkün kılar.

Sanayi 4.0 imalat sürecinde otomasyon ve veri aktarımının bugün geldiği aşamaya işaret eder. Bu yeni yapıda ortaya konulmak istenen ‘akıllı fabrika’ sistemidir.

Akıllı fabrika kavramı aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’nde Sanayi 4.0 kavramı yerine kullanılan kavramdır. Sanayi 4.0 kavramı ilkin Almanya’da kullanılmaya başlanmış ve ardından yayılmıştır. Kısacası Sanayi 4.0 Avrupa’da yaygın kullanılan kavramken ‘akıllı fabrika’ ABD’de yaygın kullanılan kavramdır ve her ikisiyle de anlatılmak istenen aynı şeydir.

Sanayi 4.0 kavramının ilk kez ortaya çıktığı ülke Almanya’dır. Bilindiği gibi Almanya dünyanın en üretken ve teknoloji-yoğun endüstriyel yapılarından birine sahip olan bir ülkedir. Bir ihracatçı olarak Almanya’nın ulaştığı düzeye erişebilmiş bir başka ülke yoktur. Örneğin, 2018 yılı sonunda Alman ekonomisi 300 milyar dolar dış ticaret fazlası vermiştir. Her ne kadar ihracat büyüklüklerine göre ülkeler sıralamasında ABD ve Çin’den sonra üçüncü sırada bulunsa da ülke nüfusları da dikkate alınarak sıralama gözden geçirildiğinde Almanya kişi başına düşen ihracat büyüklüğü bakımından açık ara öndedir.

Türkiye bu tür teknolojilerin kullanımında, daha da önemlisi üretiminde hızla mesafe almak zorundadır.

Bu üretimde katma değer artışı ya da daha yüksek katma değerli ürünlerin üretimi için bir zorunluluktur. Aksi hâlde Türk firmalarının rekabet gücünün; dolayısıyla Türkiye sanayiinin ve ekonomisinin rekabet gücünün artırılması mümkün olmayacaktır.

Bazı görüşlere göre Türk sanayiinde mevcut üretim yapısı Sanayi 2.0 ile Sanayi 3.0 arasında bir yerde konumlanıyor ve üretimde büyük oranda insan gücü kullanılıyor.

Türkiye, Sanayi 4.0’e geçiş gerekli hazırlıklar yapılarak; entelektüel sermayeye, tasarıma dayanan yeni iş alanlarının açılmasını ve mevcut insan gücünün bu yönde dönüştürülmesini sağlayamadığı takdirde işsizlik sorununun büyümesi gibi risklere daha çok maruz kalacaktır. Unutulmaması gereken, burada bir süreçten söz edildiğidir. Birden bire bir geçiş zaten mümkün değildir. Fakat bu yönde bir dönüşümün koşulları sağlanmalıdır.

Böyle bir atılımsa ancak, ilgili tüm kesimlerin bilinçli bir işbirliğine girmesiyle mümkün olabilir. Firmalar, sanayiciler, tüccarlar, odalar, kamu kurumları, meslek kuruluşları, üniversiteler ve milli eğitim sisteminin diğer unsurları arasında hep birlikte ve uyumlu bir perspektifle bu yönde kapasite geliştirilmesinin koşullarını yaratmalıdırlar.

Nasıl zengin oluruz?

Ne istiyoruz?  Zenginleşmek istiyoruz. Yeni teknolojilerin yardımıyla artan refahtan daha fazla pay almak istiyoruz. Dünyanın  farklı kategorilere ayrılan ülke grupları arasında zengin ülkeler grubunda yer almak istiyoruz. Bundan daha doğal bir şey olmasına da imkân yok. Başkaları  bu kadar zengin, bu kadar güçlü bu kadar hâkimken kendi bulunduğumuz yeri beğenmiyor; çoğunlukla eski günlerimizi iç geçirerek yâd ediyoruz. Demek ki zenginleşmek kadar güçlenmek de istiyoruz. Biliyoruz ki zenginlik ve güç bir arada geliyor. Biliyoruz ki zenginler daha güçlüler.

İki kıta arasındaki geçiş noktasında bulunan ve binlerce yıldır onlarca kavmin göçüne sahne olmuş, kendi döneminde buralardan haberdar herkesin ilgisi çekmiş ve çekmekte olan bu bereketli topraklar böylesine iştah kabartırken ve sürekli birilerinin kavga çıkarmak için fırsat kolladığı bir ortamda ne yaparız da zengin oluruz? Bütün bunları düşündükçe aklıma gelen ilk şey akıllı olmak gerektiği.

Akıllı olmalıyız ve aklımızı doğru yerde kullanmalıyız. Bu devirde her devirde olduğu gibi bilginin para ettiği aşikâr. Bilginin ‘değer’ olduğunu, değeri insanın yarattığını biliyoruz. Değer yaratanın insan oluşu gibi ‘sorun’ yaratanın da insan olduğunu biliyoruz. Çoğu zaman yaşlanan Avrupa’nın yanı başındaki ülkemizde genç nüfusumuzla övünüyoruz. Sanki gençlik iyi beslenmedikçe, iyi eğitilmedikçe, değer üretmeye hazır hâle getirilmedikçe kendiliğinden kendi geleceğini inşa edebilirmiş gibi.

Akıllı olmalıyız: Türk ulusunun binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan onlarca halkın kültürel mirasına sahip olduğu gerçeğinden hareketle, barışın huzur ve zenginlik için ne kadar hayati olduğunu hiç unutmamalıyız.

Akıllı olmalıyız: İyi yetişmiş insanların değer üreteceğini, zenginlik yaratacağını hep hatırda tutmalı; elimizdeki en büyük kaynak olan insan kaynağını yüksek niteliklerle donatarak gerçek bir kaynak hâline getirmenin seçeneksiz olduğunu iyi anlamalıyız.

Akıllı olmalıyız: Tarihi iyi okumalı, anlamalı, okutmalı, anlatmalıyız. Hangi ülkelerin nasıl zengin olduklarını onların bize söylediklerine şüpheyle yaklaşarak yeniden araştırmalıyız.

Akıllı olmalıyız: Bugünün dünyasında – her zaman da olduğu gibi zaten – daha büyük değer yaratan yetenekli insanların dünyanın belli bölgelerinde, belli kentlerinde toplandıklarını görmeliyiz. Bazılarının “yaratıcı sınıf” sıfatıyla tanımladıkları bu insanların niçin oralarda toplandıklarını; yaşamak için niçin o kentleri ya da ülkeleri tercih ettiklerini anlamalıyız. Sonra da kendimize şu soruyu sormalıyız: Aralarında Türkiye’nin bulunduğu bazı ülkeler o ülkelere ya da kentlere en iyi yetişmiş insanlarını neden kaptırıyorlar? Beyin göçü denilen olgu niçin bizim aleyhimize işliyor? Yetenekli insanları ya da bir başka tabirle ‘yaratıcı sınıfı’ çekmek için biz neler yapabiliriz?

Akıllı olmalıyız: “En hakiki mürşitin ilim ve fen olduğunu” hep akılda tutmalı ve ‘acaba Atatürk neden böyle söylemiş’ diye düşünmeliyiz.

Akıllı olmalıyız: Aptalca sorulara zekice cevaplar üretmeye çalışmak yerine zekice sorular sormalı; aptalca sorularla ve aptalca cevaplarla zaman kaybetmemeliyiz.

Akıllı olmalıyız: Elimizde ne var ne yok bilmeliyiz. Topraklarımızın altında ve üstünde değer ve refah yaratabilecek ne varsa bilmeliyiz ve bunları kullanmak konusunda çok hassas olmalıyız.

Akıllı olmalıyız: Zenginlik ve refah üretirken en kıt bulunan şeyin (‘üretim faktörü’ demeli belki) ‘iyi yönetim’ olduğunu hep akılda tutmalıyız. İyi yöneticiler aramalıyız. İyi yöneticiler yetiştirmeliyiz. İyi yöneticilerle çalışmalıyız. Doğru kararların sağlayabileceği yararlar ile yanlış kararların verebileceği zararları gözden geçirmeli; yanlış kararların getireceği en büyük kaybın telafisi imkânsız olan zaman kaybı olacağını asla unutmamalıyız. Kısacası, kötü yönetimin maliyetinin çok ağır olacağını hep hatırlamalıyız.

Akıllı olmalıyız: Eleştirel düşünmeliyiz. Sorgulamalıyız. Dünyanın zengin ülkelerini örnek almalı; onların nasıl zenginleştiklerini sorgulamalı; hatalarından ders almalı, tecrübelerinden yararlanmalıyız. Zengin olmak için, daha iyi yaşamak için, huzur için, barış için sadece akıllı olmalıyız.

Pro.Dr. Emin Alçaoğlu’nun Diğer Yazıları

Rekabet Gücü Nasıl Artar?

Elimin altında iki kitap var: İlki ‘İsrail’in Ekonomik Mucizesinin Öyküsü’ (Yazarlar: Dan Senor ve Saul Singer, Yayıncı: Doğan Kitap). İkincisi ‘Yaratıcı Sınıf Adres Değiştiriyor’ (Yazarı: Richard Florida, Yayıncı: MediaCat).

İlk kitapta, çölün ortasında ve kendisini çevreleyen bütün komşularının düşmanlığına rağmen, 1948’de kurulan İsrail’in bu kadar kısa zamanda nasıl böylesine rekabetçi teknoloji şirketleri yaratabildiği araştırılıyor. İkinci kitapta ise teknoloji ve yenilik üreten ve kabaca dünya nüfusu içinde 150 milyon kişiden oluşan “yaratıcı sınıfın” bugüne kadar en çok tercih ettiği ülke olan Amerika Birleşik Devletleri’ni niçin eskisi kadar çekici bulmadığı anlatılıyor.

Her iki kitabın ortak noktası “yaratıcılık” kavramına yaptıkları vurgu: İsrail ekonomi ve teknoloji kulvarlarında başarıyla ilerliyor; çünkü yaratıcılığı, girişimciliği, kendine güveni besleyen bir çevre yaratabilmiş durumda. Öte yandan, ABD’ni bir süper güç hâline getiren yığınla sebep arasındaki en önemlilerinden biri bu ülkenin şimdiye kadar dünyanın her yanından en yetenekli, en çalışkan ve daha da önemlisi en yaratıcı insanları kendi topraklarına çekebilmiş olması.

Şimdi gelelim bu yazının başındaki soruya: Rekabet gücü nasıl artar? Bu soruyu hem her Türk firması hem de Türkiye’de ekonomi ile ilişkili alanlarda sorumluluk üstlenen siyasetçiler, bürokratlar ve toplum önderleri kendilerine sormak ve cevaplamak zorundalar. Ve soruya cevap aranırken andığımız iki kitaptaki “yaratıcılık” vurgusuna da mutlaka yer vermeliler: Türkiye yaratıcılığa ne kadar önem veriyor? Türkiye’de okullarda ve üniversitelerde yaratıcılık (ve girişimcilik) ne kadar önemseniyor? Türkiye’de siyasetçiler ve bürokratlar yaratıcılığı özendiren veya yeşerten bir atmosfer yaratma gayreti içindeler mi? Öyle iseler ne ölçüde başarılılar? Bu sorular uzayıp gider… Benzer soruları firmalar açısından cevaplanmak üzere de sorabiliriz.

Şimdi burada durup düşünelim: Çoğunlukla kurumlardan (örneğin, devlet kurumları ya da firmalardan) söz ederken bunlar sanki bağımsız canlı organizmalarmış gibi konuşuyoruz. Oysa kurumlar insanlardan oluşuyor ve her birinin en tepesinde “sadece bir kişi” var. Belki o kişilerden biri de sizsiniz. Büyük ihtimalle bir firmanın üst düzey yöneticisisiniz. O halde lûtfen kendinize sorun: Yönetiyor olduğunuz firmada (kurumda) yaratıcılığı hâkikaten özendiriyor musunuz? Kendinize karşı dürüst olun lûtfen! Eğer cevabınız “hayır” ise niçin?

Bu konu burada bitmez; daha üzerinde konuşulması gereken yığınla yanı olduğu kuşkusuz. Fakat hemen, bu konuyu Ostim Gazetesi’nde daha önce yayınlanan yazılarımda sözünü ettiğim bir başka konuyla, ‘Türk firmalarının yurt dışında yatırım yapması konusuyla’ ilişkilendirmek istiyorum. “Rekabet gücü nasıl artar” sorusunun kendisi, rakipleriniz olduğunu söylüyor. Rakipleriniz varsa onlardan daha iyi olmak zorundasınız. Yaptığınız işi daha iyi yapmak zorundasınız. Kendinizi farklılaştırmalısınız. Rakiplerinize kıyasla bazı üstünlüklere sahip olmalısınız. Üstelik konumunuzu koruyabilmek adına sürekli yenilenmeli, gelecek trendlerini öngörebilmeli, bu trendlerin gereklerine göre bir adım öne geçebilmelisiniz. Bu istikamette söylenebilecek yığınla sözün içine gizlenmiş ve aslında hepimizin bildiği, üstelik sürekli tekrarlan “yenilik” (inovasyon) kavramına geldik yine. Evet evet, eğer rekabet gücünüzü artırmak istiyorsanız yenilik üretebilmelisiniz. Nasıl peki? Tabii ki yaratıcı insanlardan oluşan bir firma (ya da kurum) oluşturarak… Çok ama çok rekabetçi bir firma olmak istiyorsanız eğer, bir “yaratıcılık mıknatısı” yaratmalısınız. “Eee peki dış yatırım bunun neresinde” diye soruyorsunuz şimdi de değil mi?

Ne demiş atalarımız: “İlim Çin’de bile olsa gidip alınız!” Dış yatırım konusu işte tam burada: Yaratıcılık, yenilikçilik, rekabetçilik nerede ise gidip “alacaksınız”. Satın alacaksınız! Parayı bastırıp alacaksınız. Firmaysa firma, adamsa adam, çevreyse çevre. Yaratıcı sınıf neredeyse siz de orada olacaksınız. Akademik literatürde buna “stratejik varlık arayan dış yatırımlar” deniyor.

Fakat, bununla da kalmayacaksınız: Kendi firmanızın (kurumunuzun) içine yaratıcılığı yeşerten bir hava üfleyeceksiniz. Çevrenize yaratıcı, bilgili ve girişimci insanlar toplayacaksınız. “Gidip Çin’den aldıklarınızı” hâkikaten kullanabilir hâle gelmek için bunu yapmak zorundasınız. Biliyorum bu işler kolay değil. Kolay olsaydı herkes yapardı zaten. Ama unutmayalım: Refahı üreten insanın ta kendisi. Herşeyi insan yapıyor. İsrail’de çölü ormanlaştıran da insan, Türkiye’de ormanı çölleştiren de.

Pro.Dr. Emin Alçaoğlu’nun Diğer Yazıları

Güven Değer Yaratır

Bankacılık konusunda ders verirken öğrencilerime ya da dinleyicilerime ilk sorduğum soru şudur: “Bankacılık ne işidir?” Cevaplar neredeyse her zaman “Bankacılığın para işi olduğu” yönündedir. Bu cevabı yanlış saymasam da doğru cevap saymam. Bu defa dinleyiciler sorarlar: “O halde bankacılık ne işidir?” diye. Bunun üzerine kendilerine “Bankacılık bilgi işidir. Kredibilite bilgisi işidir. Kredibilitenin tahlili işidir. Çünkü bankacılık güven işidir” derim. Arkasından da kendilerine ‘güven’ kavramının ne kadar önemli olduğunu; Latince’de ‘cred’ kelimesinin ‘güven’ anlamına geldiğini, bugün pek çok başka dilde olduğu gibi Türkçe’de de kullanılan ‘kredi’ ve ‘kredibilite’ kelimelerinin ‘cred’ kelimesine dayandığını anlatırım.

Kısacası ‘güven’ çok önemli bir kavramdır. Sadece bankacılıkta değil ticaretin her alanında çok büyük önem taşır. Üstelik bununla da sınırlı değildir güvenin önemi. Güven insanlar arası akla gelebilecek her türlü ilişkide emsalsiz bir öneme sahiptir. En kısa ve yalın tabirle güven ‘sözünü tutmaktır’.

Bugün ekonomik sistemin işleyişinde ‘para’ diye bildiğimiz araç da ‘senet’ diye bildiğimiz araç da ve bunların benzerleri de işin özüne inildiğinde ‘söz vermekten’ başka bir şey değildir aslında. Dolayısıyla yazının başlığına dönersek eğer: Evet, güven değer yaratır! Güvensizlik ise potansiyel değer yaratma imkanlarını bitirir. Fransis Fukuyama geçtiğimiz dönemde “tarihin sonuna gelindiğini” ileri süren Japon asıllı bir Amerikalı akademisyendir. Bu düşüncesine katılmamakla birlikte Fukuyama’nın güven kavramı üzerindeki ilginç düşüncelerinin benim bu alandaki düşüncelerimin şekillenmesinde etkisi olduğunu inkâr edemem. Fukuyama toplumları ‘güven toplumları’ ve ‘güven toplumu olmayanlar’ gibi iki kaba grupta tasnif ediyor. Ona göre daha ziyade Kuzeyli toplumlar, örneğin Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ile Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi anadili İngilizce olan diğer Anglosakson ülkeleri ve Almanya, Hollanda ile İskandinav ülkeleri gibi ülkeler ‘güven toplumları’ grubuna dâhillerken; Fransa, İtalya, İspanya gibi Akdeniz havzası ülkeleriyle Uzak Doğu ülkeleri ‘güven toplumu olmayanlar’ grubuna dâhiller. Fukuyama bu savını ispatlamak için bu ülkelerdeki sermaye birikim süreçlerini örnek gösteriyor ve güven toplumlarında çok ortaklı sermaye şirketlerinin çok eski tarihlerde kurulabildiğini, bu ülkelerde sermaye piyasalarının çok eski tarihlerden bu yana büyük gelişme gösterdiğini; buna karşılık karşı gruptaki ülkelerde büyük şirketlerin ya devlet eliyle kurulduğunu ya da büyük aile şirketleri biçiminde örgütlendiklerini ileri sürüyor. Örnek doğru mu? Her ne kadar ilk bakışta bütünüyle doğru görünse de bu tartışmalı bir konu tabii.

Türkiye’nin durumu da Fukuyama tarafından özellikle ele alınmış olmasa da bu yaklaşıma paralel görünüyor. Ülkenin en büyük şirketleri ya zamanında devlet eliyle kurulmuş KİT (kamu iktisadi teşebbüsü veya teşekkülü) olarak hayatına başlamış kuruluşlar ya da aile şirketleri. Konunun örneklenmesine ilişkin olan bu yanı başka tartışmaları gerektirse de sanırım belirgin olan şu ki Türk toplumunu oluşturan bireyler birbirlerine yeterince güvenmiyorlar ya da güven vermiyorlar. Bu durumu kavramak için sadece ticari konular çevresinde dolanıp durmaya da gerek yok üstelik. Gündelik hayatımızın sağlayabileceği o kadar çok örnek var ki siz bu satırları okurken aklınıza onlarcasının geldiğini tahmin etmem zor değil. Trafikte araba kullanırken niçin bu kadar sinirleniyoruz sizce? Bizim kadar korna çalan kaç toplum var acaba – en azından sanayileşmiş Batı ülkelerinde? Bankalarda ve benzeri diğer kurum ve kuruluşlarda ‘kuyruk-matik’ de diyebileceğimiz ‘sıra numarası alma’ makinelerinin kullanımına kadar yaşananları hatırlar mısınız? Daha sıradan örnekleri dillendirmeme sanırım gerek kalmadı artık. Anlaşılan o ki biz maalesef bir güven toplumu değiliz ve bunun en büyük sakıncası da ‘organize’ olamamak biçiminde belirginleşiyor.

İnsan toplumu değer yaratırken organize olmak zorunda. Dolayısıyla karşınızdakine güvenebilmeniz daha büyük değer yaratabilmeniz bakımından önem taşıyor. Biliyorum; bütün toplumlarda hakimler, avukatlar ve mahkemeler var. Eğer tüm insanlar sözlerini tutsalardı bu meslek gruplarına bu ölçüde ihtiyaç duyulmazdı. Zannediyorum bizde mahkemelere duyulan ihtiyaç – diyelim – sanayileşmiş Batılı ülkelerdekinden daha fazla. Bu süreçlerde harcanan zaman, yaratılamayan değer daha fazla. Bu kapsamda anayasa konusu da belki akla gelmesi gereken hususlardan. Malum; bizde anayasa tartışması hiç bitmemiştir. Oysa hep söylenir ya İngiltere’nin yazılı bir anayasası yoktur bile. Yaklaşık altı yıl yaşadığım İngiltere’de anayasa konusunun tartışıldığını hiç duymadım. Bizim sadece bu tartışmalar esnasında kaybettiğimiz zaman ve enerjinin boyutları üzerinde düşünmeyi size bırakıyorum. Ya da ‘Gözü dönüp eşini öldüren adam’ tiplemesinin bizim ülkemizde olduğu kadar; üstelik bu çağda, artık ‘tipik’ sayılabilecek bir düzeye eriştiği kaç medeni ülke var acaba? Bu adamlardaki güvensizlik kime peki? Eşlerine mi yoksa kendilerine mi? Bu da ayrı bir yazı konusu olabilir sanırım.

Sadede gelelim: Güven değer yaratır! Hem de çok. Ve güven ‘ahlaka’ dayanır!

Sanayileşmenin Gizli Tarihi

Dünya ekonomisi, tarihi bir kırılma döneminden geçiyor. Sanayileşmiş ülkeler belki de daha önce benzeri görülmemiş bir sarsıntı içinde kendi çıkış yollarını bulmaya çalışırlarken, konuyla ilgilenenlerin tümü için iktisat tarihi okumak son derece faydalı olabilir. İktisat tarihi sadece iktisat öğrencilerini değil ekonomik sistemin işleyişinde rolü olan herkesi; elbette iş adamlarını ve profesyonel yöneticileri de yakından ilgilendiriyor. En azından, ilgilendirmeli! İlgilendirmeli çünkü, iktisat tarihinin karanlık dehlizlerinde bugüne ışık tutabilecek ve yarın için gerçekçi bir vizyon oluşturulmasına katkı sağlayabilecek yığınla ders var.

Türkiye bir yandan küresel krizin etkilerini asgariye indirebilmek için gayret gösterirken, bir yandan da sonraki aşamada öne geçebilmek, atılım yapabilmek için ne yapabileceğini tartışıyor. Örneğin, yerli otomobil veya girdi tedarik sistemi projeleri bunlardan ilk akla gelen ikisi. Girdi temininde dışa bağımlılığın aşılması, kronikleşen cari açık sorunun çözümü için şart. Yerli otomobil üretimi ise bir bakıma Türkiye ekonomisindeki yapısal dönüşüm kaygısının sembolü olarak kamuoyunun gündeminde. İşte bütün bu konular ele alınırken başkalarının tecrübelerinden yararlanmak hayatiyet kazanıyor. Pekâlâ, başkalarının tecrübelerine dair bilmemiz gereken nedir o hâlde? Bu önemli soruya cevap arayan başkaları da var. Örneğin, Cambridge Üniversitesi Ekonomi Fakültesi’nden Koreli kalkınma iktisatçısı Doçent Dr. Ha-Joon Chang.

 

Ha-Joon Chang son yirmi beş yılını sanayileşme, kalkınma ve küreselleşme konuları üzerinde ders vererek ve yazarak harcamış bir akademisyen. Bu konular üzerinde düzinelerce makalesi ve on üç kitabı bulunan Dr. Chang’ı uzun bir süredir şahsen tanıyorum. Ha-Joon’un yıllar önce İngilizce aslını okuduğum orijinal adı Bad Samaritans, yani ‘Kötü Samiriyeliler’ olan kitabı, sanayileşerek kalkınmak isteyen gelişmekte olan ülkeler için ufuk açıcı nitelikte. Bu kitabı İngilizce aslına erişimi olmayanların da okuyabilmesi için – yığınla meşguliyetimin arasında – Sanayileşmenin Gizli Tarihi adı altında Türkçe’ye çevirdim. Çeviri Epos Yayınları tarafından yayınladı. Sanayileşmenin Gizli Tarihi’ni sanayicilerin, özellikle de OSTİM’deki gibi son derece sınırlı kaynaklarına rağmen çok büyük işleri başarma azmine sahip küçük ve orta ölçekli işletmelerin başındaki girişimcilerin ve yöneticilerin mutlaka okumaları gerektiğini düşünüyorum.

 

Chang kitabında, kendi tabiriyle Kötü Samiriyeliler’in, yani zengin Batılı ülkelerin ve Güney Doğu Asya’dan Japonya, Singapur, Hong Kong ile Kore’nin nasıl sanayileştiklerini bütün cepheleriyle ortaya koyuyor. Hem de bu konuda doğru olmadığı hâlde doğruymuşcasına ve sıklıkla tekrarlanan hususları tüm çıplaklığıyla deşifre ederek. Bunu yaparken öylesine çarpıcı ve ikna edici argümanlar ileri sürüyor ki okuyucu ‘safsata’nın nasıl ‘gerçek’mişçesine sunulduğunu gördüğünde hayrete düşüyor. Kitap özellikle devletin ekonomideki rolünün yeniden sorgulanması için çok yararlı örnekler sunuyor. Örneğin, Türkiye’de yerli bir otomobil üretimi tartışılırken Japonya’nın Toyota ve Kore’nin Hyundai konusundaki tecrübeleri son derece öğretici. Toyota’nın, Hyundai’nin veya Nokia’nın adlarının anıldığı paragraflarda zengin ülkeler grubuna geç katılan ülkelerin sanayileşmeyi aslında büyük ölçüde devletin türlü biçimlerdeki desteğiyle başardıklarını görüyorsunuz. İngiltere’nin, Fransa’nın, Almanya’nın veya eski bir İngiliz sömürgesi olan Amerika Birleşik Devletleri’nin sanayileşme süreci de kitapta ayrıntısıyla anlatılıyor. ‘Bebek endüstrilerin korunması’ tezinin gerçekteki mucidi Alexander Hamilton tarafından uygulamaya konulan politikaların modern ABD’nin yaratılmasındaki rolünü öğrenince sarsılıyorsunuz. Kendileri ‘korumacı’ politikalar vasıtasıyla zenginleşenlerin şimdi gelişmekte olan ülkelere ‘serbest ticaret’ methiyesi düzdüklerini anlayınca samimiyetlerinden şüphe ediyorsunuz.

Bu sayfalarda daha önce de yazdığım gibi mevcut kriz, günümüzde gelişmekte olan ülkelere akıl hocalığı yapmayı seven sanayileşmiş ülkelerin, kendi menfaatleri söz konusu olduğunda başkalarına önerdiklerinden çok farklı politikalar uyguladıklarını gösteriyor. O hâlde, sanayileşme politikamızı şekillendirirken sanayileşmiş ülkelerin tarihsel süreç içerisinde kendi sanayileşme politikalarını nasıl şekillendirdiklerini kılı kırk yararak incelememiz gerekiyor; doğruyla yalanı, propagandayla bilimi ayırt ederek tabii.

Kitabı satın almak için

Pro.Dr. Emin Alçaoğlu’nun Diğer Yazıları

Exit mobile version