Bana Iphone’unu Söyle, Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim!
Özhan Özdemir

Ekonomik durumumuzu telefonumuzun markasından analiz edebildiğimiz, tarafımıza gösterilen
saygının kullandığımız araçların fiyatlarıyla belirlendiği, akıl, erdem ve ahlaklı olmanın çok önemli
olmadığı bir dönemden geçiyoruz.

Ekranlarda sokak röportajlarında halkın nabzını tutmak için (ne yazık ki hepsi o amaç için değil)
yapılan söyleşilerde özellikle yaşça büyük insanlar, ekonomiden yakınan gençlere meşhur repliği
söylüyorlar. ‘’Telefonunu göster’’

Oysaki kişinin gelirine ya da gelirinin üzerindeki yaptığı harcamalarının sorumlusu yine kendisidir. Bir
kişinin neyden tasarruf edip neye yatırdığını, neyden vazgeçip neyi istediğini elbette kendisi bilir ve
kişinin ekonomik durumunu anlamanın yolu kullandığı telefonun markası değildir.

Birçoğunun, birçoğuna potansiyel yalancı gözüyle baktığı günümüzde kavga, şiddet, kaba kuvvet
kaçınılmaz son olarak görülüyor. Peki bu durumun yani halkın gerilen sinirlerinin sorumlusu kim ya da
kimler?

Şüphesiz ki sorumlu ekonomi. Güven duyulmayan ekonomilerde halk korku psikolojiyle elinde olanı
da stabil halde tutmak için uğraşır ve hareket etmeyen varlık, ekonomik sıkıntıya neden olur.
Ekonomik durgunluk aslında doğru bir tanımdır çünkü sorun varlığın yokluğu değil, durgunluğudur.
Büyüklerin harekette bereket vardır sözü ekonomi için dahi söylenebilir.

Büyüklerin, gençlere telefonunu göster diyerek çıkıştığı olaylara geri dönecek olursak onlara şunu
sormak isterim. Aynı şiddet ve merakla, sadece gençlere değil sorumlu olanlara göster ürettiğin
telefonu, göster ürettiğin yazılımı, göster yarattığın evrensel uygulamalarını diye sormalarını isterim.

Çünkü ekonominin gücü, ürünü kullanabilmekten ziyade ürünü üretilmekte saklıdır. Çünkü ekonomi
korkuyla karşılaştığı zaman donar, tıpkı bir fille karşılaştığında hareket etmemesi gereken bir insanın
yaptığı gibi, ekonomik buhran dönemlerinde halkta hareketsizleşir.

Yine de umutlu olup, tıpkı savunma sanayinde iha ve sihalarda atılan adımlar gibi, yerli otomotivde
atılan olumlu adımlar gibi, ekonomide de aynı adımların atılabilmesini beklemekten başka yapılacak
bir şey yok gibi görünüyor.

AİLE-OKUL-TOPLUM
Özhan Özdemir

Nasıl ki bir kitabın giriş, gelişme ve sonuç bölümleri varsa insan hayatında da aynı evreler vardır. Bir
çocuğun hayatının giriş bölümü aile de başlar. Aile çocuğun temel eğitimlerini aldığı yerdir ve çocuğun
gelecekteki hayatının temelleri aile de atılır. Aile, çocuğun ilk ve en temel sosyal çevresidir ve onun
fiziksel, duygusal, sosyal ve bilişsel gelişimini etkiler. Çocuğun dünyaya karşı güveni, ailesi ile kurduğu
güvenli ilişki sayesinde şekillenir. Bu güven duygusu ile büyüyen çocuk ileri ki dönemlerdeki iletişimini
bu duygu üzerinden geliştirir. Sevgi, şefkat ve ilgi gösterme, çocuğun duygusal sağlığını destekleyen
unsurlardır ve aile çocuğun bu duygusal ihtiyaçlarını gidereceği ilk adrestir.

Empati, paylaşma, iş birliği yapma, adaletli olma, doğru ile yanlışı ayırt etme, saygı, dürüstlük gibi
değerler aile ortamında öğrenilir ve bu değerlerin önemli bir bölümü çocuğun aile de gördükleriyle
şekillenir. Böylece aile, çocuğun eğitimine destek olur. Aile içinde olumlu ve sağlıklı davranışlar
sergilemek, çocuğun benzer şekilde davranmasını teşvik eder. Aile ne ise çocuk ta o olur.

Bir çocuğun hayatının gelişme bölümü ise okuldur. Okul, aile hayatının yanı sıra çocuğun bilişsel,
sosyal ve duygusal gelişimini destekler. Okulda çocuklar temel akademik bilgileri öğrenir. Dersler
aracılığıyla çocuklar, bilgi ve becerilerini geliştirirler ayrıca çocuklara diğer öğrencilerle etkileşimde
bulunma fırsatı sunduğu için çocukların, grup çalışmaları, proje yapma gibi aktivitelerle sosyal
becerilerin gelişimi desteklenir. Okul, çocuğun kendi yeteneklerini keşfetmesini ve geliştirmesini
sağlayan bir ortamdır. Başarılar ve olumlu geri bildirimler, çocuğun özgüvenini artırır. O güne kadar
anne ve babasından takdir gören çocuk ilk defa aile dışındaki bireylerden de olumlu geri bildirimler
görerek motive olmaya başlar. Okul aynı zamanda çocuğa kendi işlerini yönetme, zamanı etkili
kullanma, sorumluluk alma gibi önemli becerileri kazandırır. Okul ortamı, belirli bir düzen ve yapı
sağlar. Bu, çocuğun kendini daha iyi organize etmesine ve odaklanmasına yardımcı olur ayrıca okul,
sanat, müzik, drama gibi dersler aracılığıyla çocuğun yaratıcılığını teşvik eder.

Okul, farklı kültürlerden gelen öğrencilerle etkileşimde bulunma fırsatı sunar. Bu, çocuğun kültürel
açıdan zengin bir deneyim yaşamasını sağladığı gibi dünya vatandaşı olma konusunda attığı küçük
ama önemli adımlardan biridir. Sosyal sorumluluk projeleri ve etkinlikler aracılığıyla toplumsal
farkındalık oluşturulur ve çocuğun topluma kazandırılması yönünde en önemli adımlar okulda atılmış
olur.

Aile ve okulun yanı sıra toplum yani çocuğun yaşadığı çevre, kültür, sosyal etkileşimler ve toplumun
değerleri, onun gelişimini şekillendirir. Toplum, çocuğun gelişim sürecindeki sonuç bölümüdür. Çocuk,
toplumdaki diğer insanlarla etkileşimde bulunarak sosyal becerilerini geliştirir. Arkadaşlık ilişkileri,
grup aktiviteleri, toplumsal etkinlikler çocuğun sosyal adaptasyonunu artırır. Toplum ayrıca çocuğun
kendi kültürel kimliğini oluşturmasına yardımcı olur. Dil, gelenekler, yemekler, sanat gibi kültürel
öğeler, çocuğun kendini ifade etmesine katkıda bulunur. Toplum, çocuğun empati kurmasını ve
çevresindeki insanlara yardım etme isteğini destekler. Toplumsal sorunlara duyarlılık oluşturur ve
çocuk aileden ve okuldan aldığı değerler eğitimi ve farkındalığı ile topluma kolay entegre olur.
Toplumun diğer bir faydası, farklılıklara saygı duymanın ve hoşgörülü olmanın önemini öğretmesidir.
Ayrıca çocuk, toplumun bir üyesi olarak kendini güvende ve desteklenmiş hisseder. Destekleyici ve
çeşitliliğe saygılı bir toplumsal ortam, çocuğun potansiyelini en üst düzeye çıkarmasına yardımcı olur.
Sonuç olarak ideal toplum için ideal bireyler yetiştirmeye özen göstermek, velide olsak, eğitimcide
olsak ya da sade bir vatandaşta olsak en önemli görevlerimizden biridir.

Her kitabın giriş gelişme ve sonuç bölümleri vardır. Bir çocuk tıpkı bir kitap gibidir. İyi yazıldığı
takdirde içerisinde kendisini okuyacak olanlara büyük faydalar ve değerler sunar.

Tad alabiliyor olman seni gurme yapmaz!
Özhan Özdemir

Yeterli eğitimi almadan bina yaparsan yaptığın bina ilk depremde yerle bir olur. Kaybolan canların sorumlusu deprem değil senin eğitimsizliğindir.
Eğer eğitim konusunda yetersizsen, siyaset yapmaman gerekir. Kişisel hırsınla aldığın yanlış bir karar bazen bir ülkeyi felakete sürükleyebilir. Alınan yanlış kararların bedelini bazen bir halk ödemek zorunda kalabilir.
Ya da bir antrenörsen! Yeterli eğitimi almadığın sürece takımını yönetemezsin. Belki bir süre yıldız sporcuların şahsi yetenekleriyle takımın bir yerlere gelebilir fakat sonun kaçınılmaz olur. Hatta bir futbolcuysan da durum aynıdır. Eğitimlere katılmayıp kendini geliştirmediğin sürece yerinde sayman büyük bir olasılıktır.
Tad alabiliyor olman seni gurme yapmaz.
En kaliteli ürünleri üretsen bile yeterli eğitimin yoksa onları pazarlayamazsın.
Eğitim almadıysan sadece dümen tutabiliyorsun diye bir tekneyi kullanamazsın.
Yüzme bilsen bile eğitimli değilsen yüzücü olamazsın.
Bacakların var diye dağa tırmanabilirsin ama eğitimin yoksa hayatta kalman mucizelere bağlıdır.
Dikiş dikmeyi bilsen bile eğitimin yoksa terzi olamazsın.
Sadece şarkı söyleyebiliyorsun diye ses sanatçısı olman imkansızdır.
Sadece yürüyebiliyorsun diye model olamazsın.
Sadece İngilizce bilmek seni İngilizce öğretmeni yapmaz.
Türkçe biliyor olmanın Türkçe öğretmeni yapmadığı gibi.
İşi ehline vermek deyimi eğitimli kişiye vurgu yapmaktadır. “Ehil” kelimesi Türkçe ‘de “yeterli bilgiye veya deneyime sahip olan” anlamında kullanılır. Deneyim bilgi ile kardeştir. Örneğin, “Ehliyet” kelimesi, bir kişinin belirli bir yetkiye veya kabiliyete sahip olduğunu gösteren bir belge olarak kullanılır.
Araç kullanmak bile sizin iyi bir şoför olduğunuzun ispatı değildir. Bu ve benzeri birçok eylem için eğitim gerekir.
Şüphesiz ki Eğitim önce insan içindir ve eğitim süreci yaşam boyu devam eder.

SÜMER TABLETLERİ DER Kİ; OĞLUM ÖNCEKİ KUŞAKLARA BAK!
Özhan Özdemir

Büyüklerin gençlerle ilgili yakınmaları günümüze has bir durum değil. Bugünün yetişkinleri bir zamanlar gençti ve aynı yakınmalar onlar içinde yapılıyordu. Gençlere yönelik eleştirilerin nesilden nesile süregeldiğinin en önemli kanıtları tarihte gizli ve en önemli örneği ise Sümer tabletleri. Çivi yazılı tablette on yedi kil tabletten oluşan bir yazıda bir babanın oğlu hakkındaki düşüncelerini paylaşmadan önce günümüzden binlerce yıl önce dönemin, asi, söz dinlemez gençleri için söylenen sözlere bir bakalım.
– Bugünlerde gençler kontrolden çıkmış durumda. Kaba bir şekilde yemek yiyorlar. Yetişkinlere karşı saygısızlar. Ebeveynlerine karşı çıkıyorlar ve öğretmenleri sinirlendiriyorlar.”
(Aristo M.Ö 350)
– Günümüzün çocukları lüksü seviyor, kötü davranışları var, otoriteye baş kaldırıyorlar, yaşlılara saygıları yok, çalışmak yerine lak lak etmeyi seviyorlar. Çocuklar artık evlerinin hizmetçisi değil, tiranı… anne babaları odaya girince ayağa kalkmıyorlar, onlara itiraz ediyorlar, destek olmak yerine laklak yapıyorlar, şapır şupur yiyorlar, bacak bacak üstüne atıyorlar, öğretmenlerine zulmediyorlar.” (Sokrates M.Ö 399)
Yazımın başında bahsettiğim Sümer tabletinde ise bir babanın haylaz oğluna nasihatleri, uyarıları, eleştirileri açık bir şekilde ifade ediliyor. Yazıyı sonuna kadar okuduğunuzda günümüzdeki söylemlerden çok da farklı olmadığını göreceksiniz. Tabletteki yazı şu şekilde;
– “Nereye gittin?”
– “Eğer bir yere gitmediysen, niye avarelik ediyorsun? Okula git, okul-Baba’sının önünde dur, ödevini ezberle, okul çantanı aç, Ağabey’in senin için yeni tablet yazarken kendi tabletini yaz. Ödevini bitirip gözetmenine gösterdikten sonra yollarda oyalanmadan doğruca bana gel. Şimdi ne olduğunu anladın mı?”
– “Bana bak, adam ol. Meydanlarda başıboş dolaşma, caddelerde sürtme. Sokakta yürürken çevrene bakınıp durma. Alçakgönüllü ol, gözetmenine ondan çekindiğini göster. Korktuğunu belli edersen senden hoşnut kalır.”
– “Meydanlarda başıboş dolaşan sen mi başarılı olacaksın? Öyleyse önceki kuşaklara bak. Okula git yararını görürsün. Oğlum, önceki kuşaklara bak, araştır onları.”
– “Şimdi sana söyleyeceklerim, aptalı bilge bir adama çevirir, yılanı büyülenmiş gibi durdurur, seni asılsız sözlere kanmaktan alıkoyar. Yüreğim senin yüzünden bezginlikle dolduğundan, senden uzaklaştım, korkularına ve homurdanmalarına aldırmadım – evet korkularına ve homurdanmalarına aldırmadım. Bağırıp çağırmaların yüzünden sana dargındım – evet sana dargındım. Sen insanlıktan çıktığından, yüreğimi şeytani bir rüzgâr ele geçirmişti. Homurdanmaların beni yedi bitirdi, ölüm döşeğine düşürdü.”
– “Ömrümde sana sazlıktan kamış getirtmedim. Yeni yetmelerin ve küçüklerin taşıdığı sazları sen hayatında taşımadın. Sana asla ‘kervanlarımla git’ demedim. Seni asla çalışmaya, tarlamda saban sürmeye göndermedim. Seni asla tarlamı bellemeye göndermedim. Seni asla işçi olarak çalışmaya göndermedim. Ömrümde sana ‘git çalış, beni geçindir’ demedim.”
– “Senin gibiler çalışıp anne babalarının geçimini sağlıyorlar. Arkadaşlarınla konuşup, söylediklerine değer verseydin, onları örnek alırdın. Her biri 10 gur (72 kile) arpa getiriyor – küçükler bile babalarına 10 gır arpa getiriyor. Babalarını arpaya boğuyorlar, onu arpa, yağ, yün içinde yüzdürüyorlar. Ama sen haylazlıkta üstüne yok, onlarla karşılaştırınca adam bile değilsin. Elbette sen onlar gibi çalışmazsın – onlar çocuklarını çalıştıran babaların oğulları, ama ben – ben seni onlar gibi çalıştırmadım.”
– Yoldaşın, okul arkadaşın – onun değerini bilmiyorsun, niye onu örnek almıyorsun? Ağabeyini örnek al.
Örneklerden de anlaşılıyor ki, gençlik hataları binlerce yıldır değişmeden devam ediyor. Hal böyle olunca o hatalara karşı yetişkinlerin uyarıları, nasihatleri, eleştirileri de aynı kalıyor. İnsanlar değişiyor ama olaylar ve olaylara karşı takınılan tavır ve tutumlar aynı kalmış gibi görünüyor. Gençliğin nereye gittiği kadar yetişkinlerin nerede durduğunun da cevaplanması gereken bir soru olduğunu düşünüyorum.
Sağlıklı günler dilerim.

ChatGPT söyle bana!
Özhan Özdemir

Pamuk prenses ve yedi cüceler masalını birçoğumuz biliriz. Prensesin annesi ölünce, prensesin babası yani kral, başka biriyle evlenir. Kralın evlendiği kraliçe kötü kalpli biridir ve zamanla küçük prensesi kıskanmaya başlar. Her defasında tılsımlı aynaya, ‘’ayna ayna söyle bana benden güzeli var mı dünya da’’ diye sorar. Ayna bir olur iki olur artık dayanamaz ve ona ‘’var kraliçem’’ der. ‘’Pamuk prenses sizden daha güzel.’’ Kraliçe aynanın bu cüretkârlığı karşısında şoka uğrar ve kralın sarayda olmadığı bir gün bir adamıyla pamuk prensesi ormanda ortadan kaldırmak üzere anlaşır. Fakat adam bunu yapamaz ve pamuk prenses kendisini bu iş için görevlendiren kişinin kraliçe olduğunu anlatır. Prenses ormanda bir kulübeye sığınır ve orada yedi cücelerle tanışır. Ve masal uzayıp gider.
Prensesin öldüğünü sanan kraliçe aynaya yine aynı soruyu sorar.
‘’Ayna ayna söyle bana benden güzeli var mı dünyada?’’
Ayna, ‘’evet var kraliçem! pamuk prenses. Pamuk prenses ölmedi hala yaşıyor.’’
Geçmişin dillere pelesenk olmuş bu sevimli masalından alınan bir soruyu bugün yapay zekaya sorduğumda aldığım cevap şöyle oldu.
Ghatgpt ghatgpt söyle bana benden güzeli var mı dünya da?
Ghatgpt: Güzellik, kişisel tercihlere göre değişen bir konsepttir. Her bireyin güzellik algısı farklıdır ve herkesin kendine özgü bir çekiciliği vardır. Bu nedenle, güzellik kişiseldir ve herkes kendi gözünden bakarak değerlendirir. Unutmayın ki her bireyin benzersiz bir değeri ve çekiciliği vardır. Herkes kendi şekliyle güzel ve değerlidir.
Peki bir yapay zeka modülü olan ghatgpt bu cevabı kötü kalpli kraliçeye verseydi masal nasıl ilerlerdi?
Muhtemelen kötü kalpli kraliçe ya aydınlanır kötülükten vazgeçerdi ya da aynayı kırar ve bir daha ona böyle bir soru sormaktan vazgeçerdi. Çünkü istemediği bir cevap almış olurdu.
Bazı cevapları duymak istemeyiz. Bazen duymak istemediğimiz cevapları alacağız diye sormaktan bile vazgeçeriz. İşte bu tutum birçok alanda gelişimimizi engeller. Sonuç ne olursa olsun araştırmaktan, sormaktan ve sorgulamaktan vazgeçmeyelim. Bazen gerçekler canımızı acıtabilir, alışkanlıklarımız sarsılabilir ve kendimizi sınırlarımız dışına atılmış hissedebiliriz. Ama ne olursa olsun bu his bile gelişimimizin sağlaması niteliğindedir.
Düşüncemizin bile bir konfor alanı vardır ve bazen o alanı terk etmek, onun gelişimi açısından gereklidir.
Sorular değişmese bile, cevaplar zamana ve içerisinde yaşadığımız döneme göre değişiklik gösterebilir. Ne sormaktan vazgeçeceğimiz ne de cevapları duymaktan çekineceğimiz bir yaşam dilerim.

Doğa gibi “ol”mak!
Özhan Özdemir

Bir çiçeğin EGO’su yoktur. En renkli olma, en geniş yapraklı olma, en güzel kokma kaygısı yoktur çiçeğin.”EN” yoktur doğada.
Doğada sadece olan olur. Bir ağaç, bir başka ağacın meyvesinden sebeplensin diye onunla arkadaşlık kurmaz, açmadığı dalın nimetinden medet ummaz. İşi hallolsun diye dost olmaz bir kirpi, bir kaplumbağa ile !
– Doğada menfaat yoktur-
Ya da kısa diye boyu,diğer fidandan, psikolojisi bozulmaz hiçbir Filiz’in. Olduğu halini kabul eder,diğerinin. Bir maymunun ağaca tırmanma yeteneğine imrenmez bir su yılanı.
-Doğada kıyas yoktur-
Yaşam yaşamla beslenir doğada. Doğadakiler bilir ki herşey bir dir, herşey birbirine muhtaçtır ve görünmez halkalarla herşey birbirine bağlıdır. Bir aslanın bile saygısı vardır avladığı geyiğe.
Mutlu bir çift güvercinin huzurunu bozmak isteyen kokoş, dişi bir antilop yoktur doğada.
Aynı dalda hiçbir yaprak, yerinden rahatsız değildir ve saygı duyar tutunduğu dala.
-Doğada yerini yadırgama yoktur-
Toprak, türlü türlü sebzeyi verirken, o ya da bu faydalansın diye ayrım yapmaz.
Güneş, ışığını kişiye göre esirgemez.
-Doğada bencillik yoktur-
Bir kartal yavrusu yuvadan uçtuğunda,
nasıl yuva kuracağını öğrenerek ayrılmıştır yuvasından. Yavrusu olunca doğuştan kodlanmış öğretileriyle besler ve büyütür yavrularını.
-Doğada ihanet yoktur-

Eğer sağlık açısından bir kusuru yoksa doğada şişman bir kuş görmek zordur ya da olması gerekenden çok ağır bir geyik!
-Doğada ihtiyacından fazlasını istemek yoktur-
Gelgelelim, doğanın bir parçası olduğu,
Varsayılan bizler, yani insan, doğadan uzaklaştıkça uzaklaşıyoruz insanlıktan. Bastığımız toprağa yabancılaştıkça yabancılaşıyoruz birbirimize.

-Doğada kavga vardır elbette ama savaş yoktur-
Doğudaki kargaların, Batı’dakilere savaş ilan ettiğini göremezsin.
Miş gibi Muş gibi yapmak yoktur doğada. Öfkeliyse öfke vardır, mutluysa sevinç.. Coşkuluysa bir tavuskuşu, üzgünmüş gibi davranmaz.
Gibi gibi davranmak, Miş gibi olmak… Maske takmak… Yoktur doğada!
Bir tırtılı göremezsin, kelebek taklidi yaparken…
Doğa gibi “OL” mak lazım!
Ve tabiat gibi,
Güzel,sonsuz ve kutsal..

Bakış Açısı
Özhan Özdemir

Anlatıcı güzel anlatmaz, sen güzel duyarsın. Güzel bir insan yoktur. Sen güzel görürsün. Herhangi birisine çok değer verdiğinde bu senin değerindendir. Kişi kendisinde olanı verir. Birisine güvendiğin an bu onun güvenilir olduğundan değil, senin ona olan inancından doğan güvendir. Doğa bir mucizedir şayet onu gören gözlere sahipsen. Akside mümkündür her şey sıradandır eğer mucizeyi görmeyi istemezsen.
Kişilerde ve olaylarda ne gördüğümüz bizimle ilgilidir. Yunus Emre’nin ‘’güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa’’ sözü kişideki bakış açısına yapılan güçlü bir vurgudur. Biz ne isek dünyayı öyle görürüz. Kaynak bizizdir ve bu bitmez tükenmez kaynak yaşamı yorumlamamız için durmadan çağlar durur. Kişi karşısında kendindekini görür. Tasavvuftaki ayna metaforu bundan dolayıdır. Kişi kendinden bilir işi sözü, ayna metaforuna vurgudur.
Bu nedenle kişi kendisinden başkalarını bilmek istiyorsa önce kendini bilmelidir. Zira birçok kültte kendini bilen herkesi bilir sözü yaygın bir kullanıma sahiptir.
Peki bir insan kendinde tüm duygu geçişlerini, beden hareketlerini, hislerini takip ettiğinde ne olur? İnsan kendini araştırdığında, araştıran ve araştırılan olarak bölünme yaşar. Bu brahman kültüründe de böyledir tasavvufta da. Fakat tanımlamaların ne olduğunun çok önemi yoktur. Arayış yolcusunun yolu elbette ki farklı olabilir. Tek olan nihai hedeftir. Kişi kendine yapar yolculuğu ve kendinde bitirir.
Yazar güzel yazmaz, siz güzel okursunuz.
Yaşam güzel değildir, siz güzel yaşarsanız güzel olur.
Nasıl bakarsanız öyle görürsünüz.

Ayna Etkisi
Özhan Özdemir

Başarıya takıntılı ebeveynlerle büyüyen çocukların hayattaki tek amacı başarılı olmaktır. Elbette her anne baba, çocuklarının başarılı olmasını ister ama bahsettiğim başarıya takıntılı olma durumu tıpkı takıntının kendisi gibi nevrotik bir durumdur. Hep en iyi, en çalışkan, en gözü pek, en konuşkan, en mükemmel olmak için şartlandırılan çocuğun yaşamı, ‘’EN’’ ler içinde geçen yüzeysel bir yarışa evrilir. O yaşamaz, yarışır.
Hırslı ve ‘’EN’’ saplantılı ebeveynlerin çocuklarının, tıkır tıkır işleyen birer makine gibi olduklarını görürüz. Boş zamanları yoktur, yoğundurlar. Yaşam onlara göre, mola verilebilecek kadar uzun değildir. Her an değerlendirilmelidir. ‘’EN’’ olma hedefi doğrultusunda koşup giderler.
Hırsla büyütülen çocukların ebeveynlerine göre hayat, ürkekler, korkaklar, sessizler, sakinler için bir dramdır. Onlara göre hayatta düşünebilmek ve üretebilmek için yeterli zaman yoktur. Tek yapılması gereken hayattan korunmak ve güçlü olmaktır. Arkadaş yoktur, rakip vardır. Yaşam yoktur, savaş vardır.
Oysaki yaşamın doğal yönlendirmeleri, ebeveyn yönlendirmelerinden daha yücedir.
Eğer ebeveyn yönlendirmesi yoksa, maddi sıkıntı yaşamış ya da sevdiklerini herhangi bir sebeple (sağlık, doğal afet vb.) kaybetmiş çocukların birçoğunun doktor olmak istemesi tesadüf değildir. Çocukların bu saf niyeti ile, ebeveynlerin ‘’aileden doktor çıksın’’ niyeti arasında dağlar kadar fark olsa da herhangi bir insana yardım etme güdüsüyle büyüyen bir çocuğun itfaiye elemanı, doktor, hemşire olmak istemesi doğaldır.
Mesleki hiyerarşiyi belirleyen faktörler, ömür zincirinin halkalarından ibarettir aslında…Çocuğun büyüyünce ne olacağını ne yaşadığı belirler.
Çocuklara ‘’büyüyünce olmak istedikleri meslek’’ sorulduğunda genellikle öğretmen olmak istediklerini söylerler çünkü hayatta ilk tanıdıkları ve en fazla vakit geçirdikleri meslek gurubu öğretmenler ve öğretmenliktir. Öğretmenlerini sevdikleri için bir bakıma bu tercih onlara sevilme garantisi verir. Kendileri de öğretmen olurlarsa sevilirler.
İdeal ve ölçülü sevgiyle büyüyen çocukların büyüyünce eş tercihleri büyük oranda doğru kişilerden oluşur. Aslında ona tercih bile denemez, o bir diğer ‘’ideal’’ ile bir yerlerde zaten buluşur. Çünkü aksi bir durumu tahayyül edemez. Görmemiştir. Hep ebeveynlerinden gördükleri gibi ölçülü, saygılı ve sevgi dolu bir yuvadır kendi kuracakları da. (Keşke her çocuk böyle bir ortamda büyüse)
Sevgisiz büyüyen çocukların birçoğu ise mutsuzdur. Hep bir yarım kalmışlık hissi yaşarlar. Tamamlanma, uzanacak bir el beklentisi içerisindelerdir. Birçoğu sevilmeyi ve anlaşılmayı bekleyen yürekler taşırlar. Beklenti, hayatlarının büyük çoğunluğunu kapsar ve etkisi altına alır. Aile sevgisini, merhamet ve şefkat duygusunu yeterince görmedikleri ya da tadamadıkları için, karşılarına çıkan ilk sevgi gösterisinde düşüverirler tuzağa ve ömürleri sevgiyi, yaşadıkları şey sanmakla geçer. Çünkü ebeveynlerinden gördükleri o dur. Daha doğrusu onlardan göremedikleri duyguların peşinden koşar dururlar.
Maddi manevi çaresizlik içinde büyüyen çocuklar, büyüyünce sahip oldukları küçük şeylerin değerini daha çok bilir.
Her istediğine rahatlıkla ulaşan çocukların, büyüdükten sonra çalışıp kazanma düşünceleri yok denecek kadar azdır. Yetişkin olsalar bile, hep birilerinden bir şeyler beklemeye devam ederler.
En mutlu olan, çocuklarının üzerine hastalık derecesinde titremeyen ebeveynlerin çocuklarıdır. Düşmeyi de bilirler kalkmayı da. Madalyon un her iki tarafını da öğrenmişlerdir.
Övünmeyi en çok sevenler, ne yazık ki hayatlarında pek övülmemiş olanlardır. (Bundan eminim)
Sevgiyi en çok dile getirenler, sevilmemiş olanlardır. (Bunu gördüm)
Ama övülmeyi en çok hak edenler, övülmeyi pek önemsemeyenlerdir bana kalırsa. Kendi halinden memnun olan önüne çıkan her şeye zihinsel ve fiziksel olarak doğaçlama karşılık verendir. (Bunu biliyorum)
Kibirli bireyler, genellikle hiç insan yerine konulmamış, ciddiye alınmamış ya da hor görülmüş bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirip daha sonra güç sahibi olunca, yaşamla olan kavgalarının galibi gibi davranmaktan hoşlanırlar. Onlara göre yaşam, kavgadır ve dövüşmek gerekir. ‘’İstanbul sen mi büyüksün ben mi?’’ düşüncesi, yaşamı arenada aslanlarla dövüşmek olarak gören zihniyetin ürünüdür.
Egosu çok yüksek olanların geçmişinde ezilmişlik, hor görülmüşlük izleri görebilirsiniz. Kendini ispat yarışına düşen çocuklar, kendileri için en iyi olanı değil, insanların onları takdir edeceği bir yaşamı tercih ederler.
Sahip olduklarını hastalık derecesinde kaybetme korkusu yaşayanlara baktığımızda, geçmişlerinde mutlaka bir şeylerini kaybetmiş olduklarını görebiliriz. Ya da kaybedilmişlerdir biri tarafından. Onlar tekrara uğramaktan korkarlar. Onları korku yönetir.
Yoksulluk içinde büyüyen çocukların zengin olma şansları, zengin bir ailenin çocuklarının zengin kalma olasılığından daha yüksektir. Çünkü onlar arka bahçelerini de bilirler hayatın.
Yetişkin dönemlerinde en çok hasta olan insanlara bakın. Çocukluklarında mikrop almasın diye evden dışarı çıkarılmamış, boğazı şişer diye dondurma yedirilmemiş, düşersin diyerek koşmasına müsaade edilmemiş, terli terli su içirilmemişlerdir.
Keşfetme ve merak duygusu en fazla olan insanlar, çocukluklarında sordukları birçok soruya cevap alamamış insanlardır. (Ya da soracak kimse yoktur kim bilir) Cevapları kendileri aramaya karar vermiş insanlardır onlar. Bir kitabı en kısa sürede bitirenlerde genelde onlardır. Okuma yazma bilmeyen ebeveynlerin çocuklarının, bilim adamı, doktor, profesör vb. olmaları tesadüf değildir.
Kısacası;
En çok kandırılan çocuk, kurnaz olmayı öğrenir.
Şiddet gören, şiddet göstermeyi.
Sevilen ise, sevmeyi!
İnsan yaşadıklarının toplamıdır.

Metaverse
Özhan Özdemir

İnsan olarak bizler, (ya da yani meraklı, sorgulamayı seven, şüphe duyan kesim olarak bizler desek daha doğru) var olduğumuzdan beri, yarattığımız birçok şeyi ihtiyaç dahilinde yarattık. İlk soydaşlarımız tarafından, mağara duvarlarına çizilen resimlerin, modern insanlar tarafından, geçmiş kültürler hakkında bilgi edinmek için kullanılması gibi, geçmişte olan birçok şeyin nedeni ve niçini hakkında hala sorgu durumundayız.
Çoklu evren ya da paralel evren tanımlarını mutlaka duymuşsunuzdur. Paralel evrende hayat var mı sorusu her zaman dile getirilmiştir. Bu soruyu sorabilmek yani farklı bir evrende hayat olup olmadığını merak edebilmek için öncelikle farklı bir evren olduğundan emin olmamız gerekir. Fakat metaverse kavramının hayatımıza girmesiyle, insan olarak bizler paralel evreni kendimiz yaratmaya başladık.
Evrenin etrafında, fark edemediğimiz birçok evren var mıdır bilinmez ama kripto para yani sanal para oluşumuna entegre metaverse kavramı bu evrenlerden birini yaratmak üzere. Metaverse elbette gözle görülen elle tutulan bir kavram değil. Tamamıyla sanal bir oluşum.
Kemal Sunal’ın filmlerinde, cennetten arsa satan sahte hocalara şahit olan kuşaktan biri olarak, paralel evrende arsa satışının başlandığı bu günleri görünce, bu olayı çok hafife aldığımı anladım.
Metaverse kavramı, Türkçe ’de “öteki evren” olarak bilinmektedir. Aslında bu kavram çok eski değildir. Belki anne babalara çocuklarının vazgeçemediği bir oyunun adını yazarsam ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirler. Örneğin ‘’Roblox’’ bir metaverse dünyasıdır. Son yıllarda şehir kurma, yapılar inşa etme, ağaç dikme, ticaret yapma gibi birçok eylemin yapılabildiği bu oyunların sayısı hayli artmış ve oyunlarda kullanılan sanal paranın yerini kripto paralar almış durumda. Bu oyunların birçoğunda, kullanıcılar birbirlerinden bir şeyler satın alabiliyor ve oyun parası için gerçek parayı takas edebiliyorlar. Kripto para birimleri ve takas edilemeyen tokenler sanal ekonomilerde kullanılabiliyor.
Belirli bir zaman dilimine kadar çocukların hayal dünyalarını süsleyen oyunlar, sanal ekonominin devreye girmesiyle yetişkinlerin ilgi alanına girdi. Üstelik bu ilgiyi sadece bireysel olarak değil, kurumsal olarak düşünülmesinin gerektiğini belirtmek isterim. Nitekim Facebook bu alanda Microsoft gibi önemli yazılım şirketleriyle iş birliği anlaşmaları imzaladı.
Sanal mekanlar üzerinde inşa edilen yaşam, mimarların ve içmimarların da ilgi odağı haline geldi. Bu alanlarlarda oluşturulan yapılar ve iç mekanlar, tasarımcılara olan ihtiyacı arttırdı.
Tüm bu oluşumların yanı sıra insan şu düşünceyi merak etmekten kendini alamıyor. Metaverse, bizlerin hangi ihtiyacını karşılıyor?

Renklerin Sesi
Özhan Özdemir

Franz Kafka’nın Dönüşüm adlı kitabı ‘’ Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu’’ cümlesiyle başlar. Birebir aynı anlama gelmese de en azından şaşırtıcı bir durum olma özelliğini Kafka’nın bu cümlesinden alıntılayarak, size bir sabah uyandığınızda renk körü olduğunuzu hayal etmenizi öneriyorum.
Günlük hayatınızda ne gibi değişikler yapmak zorunda kalırdınız?
Giyeceğiniz kıyafetin uyumundan tutunda, trafik işaretlerine kadar, gittiğiniz bir otelde soğuk ve sıcak su musluğunu ayırt edemeyecek kadar çaresiz kaldığınızı, çocuğunuza alacağınız okul çantasının rengini dahi göremeyeceğiniz, yemeklerinizde kullanacağınız baharatları bile birbirinden ayırt edemeyeceğiniz, sevgilinizin ya da eşinizin üzerindeki kıyafetin yakışıp yakışmadığı konusunda sizin fikrinizi almak istediği zamanları düşünün, kısacası her şeyi siyah beyaz göreceğiniz bir yaşamı düşünün. Bu eksikliği gidermek için ne yapardınız?
İşte bu gri hayatı yaşayan biri var. Adı Neil Harbisson. Ted konuşmalarından birinde denk geldiğim ve bizim normal ve doğal olarak, yaşayıp değerini kaybetmeden anlamayacağımız birçok durumdan bir tanesine dikkat çekiyor ve kendi hastalığından doğan ilgi çekici bir çözümü dinleyicilerle paylaşıyor. Tıp dilinde adı Akromatopsi olan, yaygın adıyla renk körlüğü olarak adlandırdığımız rahatsızlık onda doğuştan var ve onun renklere olan merakı onu resim eğitimi almaya yönlendirmiş.
Fakat Ressam Neil Harbisson durumundan pek şikayetçi değil çünkü baş çevresine yerleştirilen bir cihaz sayesinde renkleri ses dalgalarına dönüştürüp yorumlayabiliyor. Kısacası renkleri görmüyor ama dinliyor. Renklerin sesini duyabiliyor. Cihaz kullanırken renkleri gri olarak görmesine rağmen ses frekanslarıyla renkleri algı yoluyla yorumlayabiliyor ve sınıflandırabiliyor. Morun, kırmızının, mavinin ve diğer renklerin sesini duyabiliyor.
Onun şanssız olduğunu mu düşünmeliyiz? Bence hayır.
Hangimiz resim sergisine gidip Picasso dinleyebiliriz? Göze hoş gelen şekilde değil kulağa hoş gelen şekilde giyinebildik mi hiç? Tabağınızdaki yemeği dinlediniz mi daha önce?
Birisinin yüzüne baktığında o kişinin yüzünü duymak nasıl olurdu? Böylece göze hoş görünüp kulağa korkunç gelenleri ayırt etmenin kişide uyandırdığı ayrıcalık hissine sahip olduğunuzu düşünsenize.
Bir insanın ses portresini çıkarmayı düşünmek bile ilginç değil mi?
Harbisson un ifadesine göre, Prens Charles’ın, Nicole Kidman’la bazı benzerlikleri var. Gözlerinin sesi benziyor diyor. Ortak noktalarımızı farklı bir pencereden algılamak nasıl olurdu?
Mobil uygulama üretmenin yaygın olduğu zaman diliminde birgün vücutlarımızla bütünleşmiş uygulamalar üretme konusuna daha fazla yoğunlaşır mıyız bilinmez ama şu bir gerçek ki yaşamımız yorumlarımızdan ibaret. Kiminle dost, kiminle arkadaş, kiminle sevgili, kimin kötü, kimin iyi ya da neyin doğru neyin yanlış olduğu fikirleri tamamı ile yorumlarımıza bağlı ve yorumlarımız ve yargılarımız bizi üretilmiş cihaz ve makinelerden ayıran en önemli özelliğimiz.
Yargı ve yorum konusunda eksik kalan taraflarımızı ise Harbisson örneğinde olduğu gibi o üretilmiş cihazlar sayesinde tamamlayabiliyoruz.

Onu, gözleri olmayan birine satmayacağım !
Özhan Özdemir

Babası onun bir din adamı olmasını istemişti. O dönemde bu mesleği seçmesinin oğlunun ekonomik anlamda rahat, huzurlu bir hayat sürmesi demek olduğunu düşünüyordu. Fakat Van Gogh bu isteği reddetti ve babasına ressam olmak istediğini söyledi. Babasında beklemediği bir tepki aldı ve babası onu deli olmakla itham etti. Fakat Van Gogh kararlıydı ve hayır dedi. Bence deli olan sensin.
Din adamlığı bana göre bir meslek değil diyerek babasının isteğini geri çevirdi.
Resim yapmaya başladı. Gördüğü her şeyin resmini yapıyordu. Elindeki tüm parayı tuvallere, fırçalara, boyalara yatırıyor. Yaptığı resimleri, kaldığı otellere vererek oda tutuyor, yemek yediği restoranlarda yemek ücretini tablolarıyla ödüyordu. Maddi sıkıntı çektiği için kardeşi ona para gönderiyordu. Fakat o, kardeşinin gönderdiği parayı resim malzemelerine harcayıp günlerce aç kalıyordu.
Bir gün kardeşi, onun resim yaptığı atölyeye bir adam gönderdi. Adam Van Gogh dan bir resim satın alacak ve böylece cebine az da olsa para girecekti. Kardeşinin kurguladığı bir oyundu bu çünkü Van Gogh dilenci olmayı reddediyor, tablolarını onu anlayan insanlara satmayı istiyordu.
Adam atölyeden içeri girdi ve ilk gördüğü tabloyu satın almak istediğini söyledi. Van Gogh bu durumdan rahatsız oldu ve adama tablosunu satmayacağını, kendisini kardeşinin gönderdiğini söyledi. Adam şaşırıp bunu nasıl anladığını sordu. Çok basit dedi Van Gogh. Tabloya bakmadınız bile. Onu incelemediniz. Onu sadece almaya geldiğiniz çok açık. Onu gözleri olmayan birine satmayacağım. Kardeşime selam söyleyin lütfen diyerek adamı gönderdi. Daha sonra kardeşi bu durum için Van Gogh dan özür diledi.
Onun tabloları insanlara tuhaf görünüyordu. Bu yüzden yaşadığı dönemde tablo satamadı. Onun ağaçları evlerden yüksekti ve gökyüzüne ulaşıyordu. Bu durumu soran insanlara orada yeryüzünün tutkusunu anlatmak istediğini söylüyor ve anlatmak istediklerini anlamadan onu eleştiren insanlardan uzak bir yaşam sürmeyi tercih ediyordu.
Bir defasında kulaklarını beğenen bir hayat kadınına kulağını kesip verdi. Kadın şaşırdı. Bu bir delilik dedi. Ama o ilk defa hayatında bir kadının bir yerini beğendiğini ve bu şey ne olursa olsun onu beğenen kişide kalmasını istediğini söyledi.
Resimlerine bu anlayışla bakıyordu. Resimlerini, gerçekten anlayan ve beğenen insanlara vermek istiyordu. Resimleri onun vücudundaki herhangi bir organ ya da uzuvdan farklı değildi.
Van Gogh bütün hayatını yoksulluk içinde yaşadı. Resim yaparken öldü. Ölmeden önce delirdi çünkü bir yıldan beri sürekli güneş resmi yapıyordu: Yüzlerce tablo ama hiçbiri istediği noktaya gelmiyordu. Son tabloyu yaptı ama delirdi. Sıcaktan, açlıktan… ama o çok mutluydu; deli haliyle bile resim yapıyordu. Akıl hastanesinde yaptığı tablolar şimdi milyonlar değerindedir.
Basit bir nedenden ötürü intihar etti, yapmak istediği ve kendi üslubunca yorumlamak istediği her şeyin resmini yapmıştı. Ona göre resim bitmişti ve yapacak daha fazla bir şey yoktu. Artık yaşamaya devam etmek yer işgal etmekten, başkasının yerini işgal etmekten başka bir şey değildi; bu onun açısından korkunçtu.
Kardeşine bir mektup yazarak veda etti. Benim sürem doldu. Güzel ve mutlu bir hayat yaşadım. Artık yapmak istediğim bir şey kalmadı diye yazdı.
Bizim bugün onun hayatını okuyup çektiği acıları belirtmemiz sadece bizim yorumumuz olur. O güzel ve mutlu bir hayat yaşadığının farkında olarak öldü. Aslında hepimizin amacı güzel ve mutlu bir hayat yaşamak değil mi?
O birileri tarafından takdir edilmek için yaşamadı, Nobel ödülü alıp almaması pek umurunda değildi sadece mutlu olduğu şeyi yaptı, kendi yolunu seçti. Belki maddi anlamda bolluk içinde yaşamadı ama manevi anlamda kimsenin kolay kolay ulaşamayacağı bir huzura ulaştı.
Sağlığında kimse eserlerini takdir etmedi. Sağlığında hiçbir sanat galerisi onun tablolarını kabul etmedi, bedava bile olsa. Ölümünden sonra, yavaş yavaş, fedakarlığı yüzünden, resim sanatının bütün havası değişti. Zamanla evlerin depolarına atılan tabloları çıkarıldı ve olağanüstü değerlere ulaştılar. Şimdi onun eserlerine ev sahipliği yapan sanat galerinin değeri, onun eserleri yüzünden artar hale gelmiştir.
Sözün özü şudur ki, kişi kendi yolunda ilerlerken bazen onu anlayacak kişileri zor bulabilir. Ya da hiç bulamayabilir. Anlaşılma ve takdir edilme isteğinin yaptığınız işi engellemesine izin vermeyin.

Mimari ile akran zorbalığı ilişkisi
Özhan Özdemir

Mimaride fiziki koşulların insanlar üzerindeki olumlu olumsuz etkilerinin belirlenmesi her zaman önemli bir konu olmuştur. Kaldı ki bu bir eğitim kurumuysa konu daha önemli bir hal alır.
Avrupa Birliği Ülkelerinde aynı okul içerisinde öğrencilerin duygusal ve sosyal açıdan gelişimlerini desteklemek için “Brede School” kampüs şeklinde geniş okul tipi yaygındır. Bu tip okullar büyük bir kampüs olarak tüm ihtiyaçlara cevap verebilecek şekilde düzenleniyor.
Okul kampüsü uygulaması, sadece okul çevresi ile ilgili düzenlemeler oluşturmak ile sınırlı değil. Personel ve öğrencilerin okula karşı güçlü bir bağlılık oluşturmasına yönelik ortam oluşturmayı da kapsayan bir uygulama. Kullanıcının duygu durumu, içerisinde bulunduğu mekanla doğrudan ilişkili. Tıpkı, saçlarınız güzel olduğunda, kendinize yakıştığını düşündüğünüz bir kıyafet giydiğinizde hissettiğiniz olumlu duygular gibi.
Şiddet ve akran zorbalığı gibi davranışlar kendisini okula düşük düzeyde bağlı hisseden öğrencilerin olduğu okullarda daha fazla görülüyor. Bu nedenle güvenli okul kampüsleri sayesinde sosyal, kültürel etkinlikler ve spora yönelik altyapı eksikliği olmayan ortamlar oluşturmak öğrencilerin ve öğretmenlerin okul ortamından zevk almalarını sağlıyor ve öğrencileri geleceğe yönelik başarıya odaklanmalarını kolaylaştırıyor.
Spor ve sanat aktivitelerinin eksiksiz ve planlı bir şekilde uygulandığını gören çocuğun bilinci, olumlu yönde etkileniyor. Hem de birebir bu aktivitelerin içerisinde olmasa dahi. O eylemleri yapıp yapmayacağı konusunda kendi tercihinin yeterli olduğunu bilen çocuğun özgüven duygusu, tercih yapma hakkı olmayan çocuğa göre daha fazla gelişiyor.
Öğrencilerin, yaşamlarının büyük bir bölümünü geçirdikleri okullarda hangi aktiviteyi yapıp yapmayacaklarını belirlemek onların tercihi olmalı, kaderi değil!
Güvenli okulların en önemli özelliği ideal fiziksel koşullara sahip olması. Güvenli bir okul
iklimi içerisinde etkili öğretim yaklaşımlarının uygulanması için öğretmen ve öğrencilerin ihtiyaçlarına cevap verebilen, fiziksel donanımın yeterli olması gerekiyor.
Yaşadığımız dönem,
Sadece kesip dikmek üzerine kurulu bir terzilik sistemini değil, aynı zamanda kumaş hakkında da bilgi sahibi olunmasını gerektiren bir neslin gerekliliğini ortaya koyuyor.
Bir fidana sadece su vererek ağaç haline getiremeyeceğimizi bilmeli ve o fidanın hangi toprakta yetişeceğini, hangi mevsime elverişli olduğunu da bilmemiz gerekiyor.
Gençlerimizin, sadece başlıklara değil, alt başlıklara da hâkim olmaları gerekiyor.
Okul yöneticilerinin kampüslerde olması gerekenler konusunda en fazla ifade ettikleri konu futbol, basketbol, voleybol, tenis, yüzme gibi değişik sporlara yönelik alanların kampüste bulunması ile ortak kullanıma açık çok amaçlı sosyal merkezin olması olarak sıralanıyor. Bu tespitlere paralel Schneider, Walker ve Sprague ın, okul güvenliği konusunda ABD’de yaptıkları çalışmada, okulda spor ve sosyal amaçlı alanların yeterliliği, okulun acil çıkış kapıları ve acil güvenlik sisteminin olmasının öğretmen ve diğer personelin genel iş doyum düzeyleri üzerinde pozitif yönde etkili olduğunu saptamışlar.
Ne yazık ki, yapılan araştırmalarda, ülkemiz genelinde okul binalarının mekân özelliği açısından dar, kalabalık ve henüz istenilen düzeyde olmadığı tespit edilmiş.
Bir çocuk, dünyadır. Onu dar kalıplara hapsetmek, sadece kendi belirlediğimiz alanlarla ilgilenmesini beklemek onu geleceğin dünyasına eksik bir şekilde terk etmek olur.

Sorular ve olmayan cevapları
Özhan Özdemir

Bedensel varlıklarımız yaşamaya devam etse de zihnimiz, kendisini ifade etmek için, kendisini bir ikona indirgemeye meyilli olabilir mi? İsimlerimizin yerini zamanla id numaraları alabilir mi?
Fiziksel olarak bir yerde sabit kalıp, iletişim kurmaya dijital dünyadaki sanal eylemlerimizle mi devam edeceğiz bilinmez ama insanın yaşam biçiminde devrim niteliğinde değişimler olabilir.
Yaşamsal kaynakların hızlı tüketimi, bilinçsiz yok etme dürtüsü, yaşadığı evrenin sahibinin sadece kendisi olduğunu yanılgısına kapılan ve yok etme konusunda var etmekten daha fazla uzmanlaşan bizler, doğaya uyguladığımız aykırılık oyununun bedelini kendimizi yok ederek ödeyebilir miyiz?
Hayvan katliamlarında aslında katliama uğrayan biz değil miyiz? Ekolojinin dengesini bozup aslında kendi dengesini bozduğunun farkında olmayan, ormanları yaktığımızda yanan, kirlettiğimizde aslında kirlenen biz değil miyiz? Bir Caretta’nın yaşam döngüsüne bile acımasızca müdahale eden bizler, salgınların carettaların yumurtlama alanlarının insan tarafından tahrip edilmesiyle ilişkili olduğu kanıtlansa hiç suçluluk duygusuna kapılmayacak mıydık? Duygularımızı çok mu hızlı kaybediyoruz?
Kendi kendimiz yok ediyoruz. Kalabalıkların, gruplar halinde yaşamanın asıl amacını unutup, paylaşımların yerini, fiziksel olarak yan yana gelseler dahi, küçük dijital ekranlara bakıp, iletişim kurmayan insan öbekleri almadı mı?
İletişim araçlarının çoğaldığı, iletişimin azaldığı bu dönem ne yazık ki çocuklarımıza bıraktığımız iyi bir miras olmayacak. Sahi faydalı bir miras bırakma isteğine ne oldu?
Yaşam, insana verilen en değerli armağandır elbette ama bu armağanın değerini bilmeden yaşamak ve birçok konuda yetinmeyi bilmeden her zaman daha fazlası için koşturmak bizlere içerisinde bulunduğumuz evrenin güzelliklerini görmemizde engel olmuyor mu? Doğada daha fazlasını istemek, yetinememek var mı?
Aile fertlerinin bir araya geldiği fakat birbirlerinin yüzlerini görmeden önlerindeki dijital dünyaya odaklandıkları bir zaman diliminde mi yaşıyoruz? Her türlü ihtiyacımızın bir tıkla çok kısa zamanda karşıladığımız, hiçbir şeyden yoksun kalmadığımız, bu nedenle de birçok şeyin değerini anlayamadığımız bir dönem mi yaşıyoruz?
Mutlu olmaktan ziyade mutlu olduğumuzu birilerine göstermenin önemli olduğu, yan odadaki annemizin doğum gününü dijital ortamlardan kutladığımız bir çağ, üretim açısından ne kadar verimli olabilir?
Felsefeye ne oldu? Anlam arayışını arama motoruna indirgemekle onu hızlı bir şekilde bulabileceğimizi mi sanıyoruz?

Hızlı yaşa! Hızlı düşün! Hızlı karar ver!
Özhan Özdemir

Hız kavramı hayatımızın o kadar içindeki, onu yadsımamız imkânsız. Bu konuda, doğru ya da yanlışlığından emin olmadan bazı teoriler geliştirmiş durumdayız.
Örneğin, bir yerden bir yere giderken hızlı olmak zorundayız. Çünkü vaktimiz çok önemli. Gitmek eylemi için uzun zamanlar harcamayı vakit kaybı olarak görüyoruz. Gitmek değil önemli olan bizim için. Biz varmayı hedefliyoruz. En kısa sürede varmayı.
En kısa sürede nasıl gideriz? O yolda göreceğimiz manzaralar ya da yanımızdaki kişilerle yapabileceğimiz sohbetler çok önem arz etmiyor. Yanından geçip gittiğimiz ağaçların güzelliğinden pek haberdar değiliz. Hep bir yerlere yetişmek zorundaymışız gibi hissediyoruz. Telefonlarımızı ve bilgisayarlarımızı en hızlı olanlardan seçiyoruz. Bilgi akışını hızlı yapmak istiyoruz. Yine bilmediğimiz bir şeylere ya da bir yerlere yetişmek için.
Çocuklarımızda bu hıza ayak uydurmuş durumda. Hız yüzünden, küçük parmaklarıyla yukarı kaydırarak tarihe gömdükleri görsellere odaklanmıyor, sorduğunuzda ise hatırlamıyorlar. Bir fotoğrafın anlamını bizim kadar bilemiyorlar. Bugün 11 yaşındaki bir çocuğa fotoğraf albümlerinden bahsetseniz aklına dijital albümden başka bir şey gelmeyecektir.
Sakın yanlış anlaşılmasın, bu klasik bir ‘’bizim zamanımızda’’ yazısı değil. Sadece bazı kavramlarında insanlarla beraber değiştiklerini vurgulamak istiyorum.
Hız kavramını sadece fiili bir hareket olarak düşünmemek lazım. Hepimizin tanık olduğu üzere hızlı düşünme konusunda kitaplar yazılıyor eğitimler veriliyor. Hızlı düşünmenin günümüz dünyası için olmazsa olmaz bir gereklilik olduğu vurgulanıyor. Hızlı yaşa, hızlı düşün, hızlı karar ver gibi.
Peki hızlı düşünmenin zararları yok mudur? Bana kalırsa zararları yararlarından daha fazladır. Örneğin hızlı düşünen birinin herhangi bir konuda sağlıklı karar alma ihtimali, yavaş ve sakin düşünen birinin aldığı sağlıklı karar ihtimalinden düşüktür. Çünkü hızlı karar alıp veren insanlar, yan yolları görmez sadece yolun sonundaki hedefe odaklanırlar.
Hızın bir diğer zararı ise tüketim hastalığına sebep olmasıdır. Hangi konuda olursa olsun hızlı düşünmeyi alışkanlık haline getiren birinin fikir ve düşüncelerinde tutarsızlıklar baş gösterebilir. Hızlı düşünen biri, hayatındaki insanları ve onlarla yaşadığı ilişkileri bile, o hız dahilinde değerlendirir. Hızlı düşünen bir insan için, diğer insanlar hızla gelip geçerler. Tıpkı fikir ve düşünceler gibi. Bu tip insanlar için tüketilen şeyin önemi yoktur onlar hıza odaklanmışlardır.
Çocuklara dönecek olursak, onlara aldığınız bir oyuncağın ömrünün ya da popülaritesinin ne kadar kısa olduğunu düşünün. Oyuncak alınmış, merak giderilmiş ve köşeye atılmıştır. Bir oyuncağın o çocuğun dünyasındaki yeri en fazla bir gündür. Çünkü o çocuk telefonundaki ya bilgisayarındaki görselleri de aynı hızla yukarı kaydırarak tüketmeyi öğrenmiştir. Hız dünyasındadır. Bu yüzden çocukların birçoğunda odaklanma problemi var.
Hızlı düşünmek için kendimizi eğitmenin 5 yolu başlığı altında bir makale okumuştum. Makaleye göre bu yollardan en önemlisi, yavaşlamaktı. Yavaşlayın. Derin bir nefes alır ve kalp atış hızınızı yavaşlatırsanız, beyninizdeki oksijen miktarını artırırsınız.
Kısacası hızlı düşünmek için bile önce yavaşlamaya ihtiyacımız var. Çünkü hayatımız boyunca alacağımız kararlar, her zaman bir çocuğun bir günde sıkılıp atacağı bir oyuncak kadar önemsiz olmayabilir.

İnsan yaşadığı şehre benzer
Özhan Özdemir

Mimaride bireyselliğin öne çıkması, her mimarın çevresel uyumu dikkate almadan, kendi tarzına ve estetik görüşüne göre yapı tasarlaması üslupsuzluk sorununu yaratıyor gibi görünüyor.
Fransa’nın mimarlık yasası, “mimarlık, kültürün bir ifadesidir” diye başlar. Fakat bugün gerek ülkemizde gerek şehirlerimizde gelinen noktaya bakılırsa mimarinin hangi kültürün ifadesi olduğu konusunun tartışmaya açık bir konu haline geldiği görünüyor.
Bugün, Selçuklu’yu, Osmanlı’yı hatta Mısır’ı ve Roma uygarlıklarını mimari eserleriyle tanıyor ve bir tarihi eseri incelerken onun hangi üslupla yapıldığını hangi döneme ait olduğunu öğrenebiliyoruz. Mimari, dönemler arasında ilişki kurulması yönünden önemli bir faktör.
Peki gelecekte insanlar bugünün uygarlık seviyesini hangi eserlerle ölçebilecekler?
Bugünün toplum ve kent yaşantısı hakkında bilgi sahibi olmak isteyen insanlar hangi yapıları inceleyerek bu meraklarını dindirebilecekler?
Mimari yaratımlardaki bireysel tutum, yaşadığımız çevreyi kaotik hale getiriyor. Çevresiyle hiçbir iletişimi olmayan yapılar olduğu sürece bu yapılarda yaşayan bireylerin de çevredeki kaotik düzensizlikten etkilenmemesi imkansız gibi görünüyor.
Tabii ki bu durumda sorumluluğu sadece mimarlara yıkmak doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Parsel zihniyetiyle bakıldığı sürece mimarlar zaman zaman mağdur durumlara bile düşmüşlerdir.
Yapıların tek başlarına, kaliteli, estetik, kullanışlı olsalar da yan yana geldiklerinde çevreyle uyumlu olmadıkları sürece kent kültürüne bir faydaları yok gibi görünüyor.
Japonya’ya, Dubai’ye, Tokyo’ya baktığımızda da her bir yapının tek tek incelendiğinde mimari açıdan başarılı olduğunu fakat çevreyle uyum konusunda sınıfta kaldığını görüyoruz. Aynı kaotik süreç birçok ülkede yaşanıyor.
Mimaride toplumsal beğeni ve toplumsal estetik algısının önemsenmediği, sadece bireylerin kendi vizyonlarına göre tasarlayıp yaptım oldu mantığı devam ettiği sürece bu düzensizlik devam edeceğe benziyor.
Oysa insan, yaşadığı şehre benzemez mi? İnsan, yaşadığı şehirden bağımsız bir carlık olabilir mi?
Ünlü bir mimarın dediği gibi;

Yapı biraz alçakgönüllü olmalı, çevresi ile yabancılaşmadan dostça durmalı.

Exit mobile version