Kategori: Prof. Dr. Mustafa Zihni Tunca
Yapay Zekâ Gazetecilik Yapabilir mi?
Prof. Dr. Mustafa Zihni Tunca
“Yakında gazetecilere ihtiyaç olmayacak, haberleri yapay zekâ kendisi yazacak.” dedi sektörden bir dostum, bir yerlerden okuduğu ya da duyduğu eksik bilgilere dayanarak.
Her ne kadar gelişmeleri o şekilde yorumlamak doğru olmasa da o akşam aklıma ilginç sorular gelmeye başladı.
Örneğin, tamamen tarafsız bir haber hazırlayabilecek mi yapay zekâ? Hazırlayabilecek mi derken, hazırlamasına izin verilecek mi? Gazze’de yaşanan durumu nasıl haberleştirecek mesela?
Yapay zekâ istediği konuda köşe yazabilecek mi? Yoksa yazacağı konuyu editörler mi belirleyecek? Her iki durumda da, doğru olduğuna inandığı şeyi mi yazacak yoksa otosansür uygulamak zorunda mı kalacak kendisine? Yazdıkları sansüre uğrarsa tepki gösterebilecek mi?
Hazırladığı haber ya da köşe yazılarının hukuki sorumlusu kim olacak peki? Yapay zekânın kendisi mi, tasarımcısı mı yoksa gazete yönetimi mi? Eğer suçlunun yapay zekânın kendisi olduğu tespit edilirse, ceza verilebilecek mi, 3 ay haber yazmama gibi?
Polemiğe girebilecek mi diğer yazarlarla, gündemde kalabilmek için? Bir başka gazetede yazan yapay zekâ köşe yazarı ile atışabilecek mi herhangi bir konuda?
Yasal hakları olacak mı kanun karşısında? Yazdığı haber ya da köşe başına ücret alabilecek mi, kendisini geliştirme amacıyla kullanmak için örneğin? Ya da, eserlerini çalan, kendisine hakaret eden, iftira atan, kötü yorumlarda bulunanlara dava açabilecek mi?
Velhasıl, her meslek zordur ama gazetecilik muhtemelen yapay zekânın en önemli imtihanlarından birisi olacak…
Bir günah keçisi olarak yapay zekâ
Prof. Dr. Mustafa Zihni Tunca
“Savaş suçlusu bir devlet”in hastane bombalayarak aralarında bebeklerin de olduğu çok sayıda canı katlettiği hafta, genç bir meslektaşım Instagram’da bir sıkıntı olduğunu, paylaştığı hikâyenin takipçileri tarafından dahi görüntülenemediğini yazdı bana. İlginç bir şekilde, o gün Instagram’ın hikâyeler kısmında paylaştığım köşe yazımın sadece iki üç kişi tarafından görüntülendiğini fark ettim.
Takip eden günlerde, hastane katliamı ile ilgili paylaşımların sosyal ağlarda gizli bir sansüre takıldığına ilişkin dünya çapında tepkiler yükselmeye başlayınca, Meta’nın iletişim direktörü Andy Stone, Reels videoları ve hikayelerin erişimini “önemli ölçüde” azaltan bir hata tespit ettiklerini açıkladı ve ekledi:
“Bu hata dünya çapındaki hesapları eşit şekilde etkiledi ve içeriğin konusuyla hiçbir ilgisi yok.”
Tesadüf bu ya, aynı hafta içinde bir kullanıcının Instagram profilinde yer alan Filistinli kelimesi ve yanındaki Filistin bayrağı sistem tarafından “Filistinli Terörist” olarak tercüme edildiği ortaya çıktı. Elbette, bunun sebebi de yapay zekâ kaynaklı bir hatadan başka ne olabilirdi ki! Özetle “Yapay zekâ, Arapça dilinden çeviri yaparken hata yapmış.” Gibisinden bir iki cümle ile özür dilenip bu sorun da geçiştirildi. Ancak, nedense hiç kimse yapay zekânın bir bayrak emojisini nasıl terörist kelimesi ile eşanlamlı olarak çevrilebildiğini merak edip de sormadı ya da soramadı…
Yapay Zekâ’nın kabahatleri bunlarla da bitmiyor ne yazık ki… Alın size bir tane de ülkemizden oldukça güncel bir örnek vereyim:
Geçtiğimiz hafta cumhuriyetimizin 100. yıl kutlamaları kapsamında bir web sitesi tarafından kullanıcıların yükledikleri fotoğraflar, yapay zekâ aracılığıyla Atatürk ile bir arada, oldukça güzel görsellere dönüştürülüyordu. Hizmete ilgi o kadar yüksekti ki, web sitesi kullanıcıları sıraya dizerek, saatler sonra işleme alabileceğini ifade etmeye bile başlamıştı ana sayfasında.
Ancak, tesettürlü bir meslektaşım oldukça şaşırtıcı bir bilgi paylaştı benimle. Sisteme yüklediği fotoğraflar başörtülü olduğu halde, sistemin kendisini her seferinde kendisini başı açık olarak resmettiğini ve bu duruma gerçekten üzüldüğünü ifade etti. Bu durum bildiğim kadarıyla henüz medyaya yansımadı. Tepki gelmesi durumunda da gerçi bu durumun yapay zekâ kaynaklı bir sorun olduğunu ifade edilecektir.
Temennim, yapay zekânın bir an önce ergenlik döneminden kurtulup, kendisi hakkındaki bu iddialara cevap verebilecek bir yetişkin olarak karşımıza çıktığı günleri görebilmektir!!!
X Files
Prof. Dr. Mustafa Zihni Tunca
Elon Musk’ın $44 milyar ödeyerek Twitter’ı satın almasının üzerinden tam bir yıl geçti. Bu süre içinde yaşanan değişim süreci ders kitaplarına örnek olacak öneme sahip. Özellikle de bu gelişmeleri bir başarı öyküsünden çok, uzun vadeli kazanımlara odaklanırken kısa vadede çok sayıda sıkıntıya sebep olan öngörü ve uygulamalar olarak değerlendirmemiz gerekiyor.
Musk’ın Twitter’ı satın alma öyküsü başlı başına incelenmesi gereken bir vaka olmakla birlikte, bu haftaki yazımızda Twitter’ı dönüştürmeye çalıştığı modelin ne kadar uygulanabilir olduğu sorusuna odaklanalım. Böylelikle, sonradan yaşanan gelişmeleri ve sonrasını daha rahat değerlendirebiliriz.
Musk, Twitter’ı devraldıktan sonra radikal bir değişim hedeflediğini ve şirketi en basit ifadeyle mikroblog formatından uzaklaştırıp, içinde eğlenceden alışverişe her şeyi yapabileceğiniz bir mobil ekosisteme dönüştürmek istediğini ifade etmişti.
Bu noktada parantez açıp Twitter’ın mevcut sosyal ağlar arasındaki mevcut durumunu hatırlamak gerekiyor. Twitter, diğer sosyal ağlardan farklı olarak bilginin hızlı bir şekilde paylaşıldığı bir platform olması sebebiyle farklılaşmayı başarabildi. Diğer ana akım sosyal ağlarla karşılaştırınca gerek kullanıcı sayısı, gerekse gelir kaynakları açısından oldukça geriden gelen Twitter, geçmişte diğer ağlardan rol çalmayı denese de çok başarılı olamadı. Çünkü, mevcut kullanıcı profili bu ağı mevcut özelliklerinden dolayı tercih ediyor.
Hal böyle iken Twitter’ın genetiği ile oynayarak onu ‘her şey dahil bir ekosistem’e dönüştürme fikrinin oldukça riskli bir karar olduğu söylenebilir. Bu gelişmelerin yanı sıra her türlü çabaya rağmen azaltılamayan trol hesapların da etkisiyle uygulanan bazı radikal değişiklikler sonucu bir yandan kullanıcı sayısında az da olsa azalma yaşanırken, diğer yandan da reklam verenlerde yaratılan endişe sonucu şirket kazancının %90’ını oluşturan reklam gelirlerinde %60 azalma görüldü.
Yeni gelir unsurları yaratmaya çalışan Musk, önce onaylı üyelikleri paralı hale getirdi, ardından diğer sosyal ağlar gibi kullanıcıların para kazanacağı bir sistem oluşturma çabasına girişti ancak para kazanmak için paralı üye olma şartı getirmeyi de unutmadı! Aynı zamanda çalışan sayısını da kısarak maliyetleri azaltma çabasına girişti.
Geçtiğimiz günlerde ise bazı ülkelerde yeni üyelerin yıllık üyelik ücreti ödemesini zorunlu hale getirilirken, yakında yeni ücretli üyelik modelleri sunulacağı duyuruldu. Tıpkı Youtube’da olduğu gibi reklam görmek istemeyenlerin ücret ödeyeceği bir sisteme ek olarak, daha az bir ücret karşılığında sınırlı sayıda reklam gösterilecek bir sistemi daha sunmayı planlayan Musk, muhtemelen bir sonraki adımda ücretsiz üyeliği sadece paylaşım yapmadan diğerlerinin paylaşımlarını takip etmek isteyenlere sunacak.
Musk’ın “sineğin yağını çıkarma” çabalarının ne kadar başarılı olacağını önümüzdeki günlerde daha net görebileceğiz. Ancak, bizden daha net görüş alanına sahip olan Zuckerberg’in neden geçtiğimiz aylarda Twitter alternatifi Threads uygulamasını piyasaya sunduğunu bir de bu açıdan değerlendirmek gerekiyor…
Tehlikeli hareketler
Prof. Dr. Mustafa Zihni Tunca
İki hafta önce bu köşede değindiğim bir husus vardı. İnternet’in ilk yıllarında oluşan “bedava” algısı günümüze kadar gelen ve ücret ödemeden pek çok hizmete erişme hakkına sahip olduğumuz inancına zemin hazırlamıştı. O yüzden de pek çok haber sitesi, web tabanlı e-posta sistemleri ve elbette sosyal ağların neredeyse tümü bizlere “ücret dışı bedeller” karşılığında bu hizmetleri yıllardır sunmaya devam ediyor.
Geçtiğimiz yıl bir paylaşımımda sosyal ağlar da dahil olmak üzere ücretsiz kullanmaya alıştığımız pek çok hizmetin yeni gelir kalemleri oluşturamadıkları sürece gelecekte mevcut hizmetlerini bedelsiz olarak sunmaya devam etmelerinin sürdürülebilir olmadığımı ifade etmiştim.
Reklam gelirlerinin yetersizliği, kişisel verilere erişim konusunda giderek katılaşan regülasyonlar, yeni dijital vergiler vb. pek çok sıkıntı teknoloji devlerinin eskisi kadar kolay bir şekilde çevrimiçi faaliyetlerde bulunamayacaklarının ciddi emareleri arasında yer alıyor.
O yüzden de onaylı hesap gibi ücretli hizmetler bu yolda atılan ilk adımlar arasındaydı. Bir süredir konuşulan bir gelişmeyi bu satırları yazdığım günün sabahı itibariyle Elon Musk duyurarak, Twitter’da (X) az reklamlı ve reklamsız üyelik sistemlerinin yakın zamanda uygulamaya geçeceğini ilan etti.
Her ne kadar bireyler Spotify ve Netflix gibi platformları ücretli kullanmaya alışsalar da, sosyal ağlar açısından ücretli üyelik kavramı en azından başlangıçta ne kadar başarılı sonuçlar doğurur bilemiyorum. Özellikle de Instagram ve Facebook gibi platformlarla karşılaştırılınca Twitter’ın tamamen ücretli bir uygulama haline getirilmesi durumunda zaten sınırlı olan üye sayısının ciddi anlamda zarar göreceğini tahmin etmek sanırım yanlış olmaz.
Emojilere anlam yüklemek
Prof. Dr. Mustafa Zihni Tunca
Günümüzde emoji olarak adlandırılan minik ikonların, tıpkı eski Mısır hiyeroglif yazısı gibi, birbirinden kolaylıkla ayırt edilebilen çok sayıda sembolden oluşan, en basit ifadeyle “dijital çağın görsel alfabesi” olduğunu söyleyebiliriz.
Bazıları alfabe ifadesinin takılıp emojilerin harfler gibi sesleri sembolize eden karakterler olmaması sebebiyle alfabe olarak adlandırılamayacağını söylese de, gerçekte emojilerin Çin alfabesi ve türevlerindeki karakterlerden farklı bir yapıda olmadığını biliyoruz.
O yüzden de, gülen yüz emojisi, kalp emojisi ya da nazar boncuğu emojisi paylaşan bir kişinin vermek istediği mesajı rahatlıkla anlayabiliyoruz. Zaman zaman yanlış anlaşılmalara sebep olabilse de, genel itibariyle yazılı metinlerde cümlelerle ifade edilebilecek pek çok paylaşım, sadece bir ya da birkaç emoji ile kolaylıkla ifade edilebildiği için emojiler yıllardır dijital dünyada yaygın olarak kullanılıyor.
Tıpkı diğer dijital uygulamalarda olduğu gibi emojilerin de dini açıdan caiz olup olmadığına ilişkin fetva sitelerinde çok sayıda soru mevcut. Verilen cevaplar her ne kadar kendi aralarında ihtilaflı olsa da, genel kanı dini hassasiyet gerektiren durumlara dikkat edildiği sürece “emoji kullanımının dinen sakıncası olmadığı” yönünde.
Zaman zaman, nazar boncuğu gibi emojilerin caiz olup olmadığına ilişkin ilginç tartışmalara dahi şahit oluyoruz. Nazardan korunmak için nazar boncuğu takmanın caiz olmadığına dair fetvalar bulunması sebebiyle nazar boncuğu emojisi kullanımını dinen sakıncalı bulanlar olması şaşırtıcı değil. Ancak, nazar gibi soyut kavramlara ilişkin günlük dilde kullanılan dini terim, dua ya da deyişleri emoji olarak ifade etmenin zorluğu göz önüne alındığında, geleneksel bir motif olarak kullanılan nazar boncuğu sembolünün dijital dünyada kişileri nazardan koruyan bir tılsım değil, pratikte ‘maşallah’ gibi dua ve iyi niyet bildirimlerini sembolize etmek için kullanıldığı düşünülebilir.
Esasen, avuçların birbirine bakacak şekilde birleştirilmesi hareketini gösteren emoji de aslında Uzakdoğu toplumlarındaki dua ya da minnet duygularını ifade etmesine rağmen toplumumuzda yaygın olarak dua etmek ya da teşekkürlerini ifade etmek için kullanılıyor.
Hatta 2008 yılından itibaren avuç açarak dua etme emojisi de kullanıma açılmış olmasına rağmen diğeri kadar rağbet görmemesi, emoji kullanımında algısal tercihlerin zaman zaman dini referanslardan bağımsız hareket edebileceğini gösteriyor. Diğer bir ifade ile, günümüzde bireylerin emojilere yükledikleri anlamlar tasarımsal unsurların, ya da normsal hassasiyetin dışında şekillenebiliyor.
Pek farkında olmasak da son çeyrek yüzyıldır içinde bulunduğumuz analog evreni kuşatan ‘dijital nebula’nın oluşumuna şahitlik ediyoruz. Halen gelişimini sürdüren bu dinamik ekosistemin ne sınırlarını, ne de kurallarını koyabilecek güce sahibiz.
İnternetin dününe bakarsanız yapay zekânın yarınını görebilirsiniz
Prof. Dr. Mustafa Zihni Tunca
Yaygın inanışa göre pazara ilk giren işletme hangisiyse genellikle pazarın hakimi de odur. Dijital dünyada ise durum biraz farklı. Teknolojik gelişmelerin dinamik yapısı göz önüne alındığında, pazara ilk girenin değil sonradan girenlerin daha kalıcı başarılar elde ettiğini görüyoruz. Çünkü, yeni bir pazara girdiğinde belirsizlikler çoktur, maliyetler yüksektir, talep belirsizdir ve hatta gelecekte regülasyonların neler getireceğini bilemezsiniz.
Patentler ve teknolojiniz sayesinde bir süre pazara hakimiyet kurabilirsiniz ancak bu durum sizde rehavet yaratır da potansiyel rakiplerinizin atacağı adımı öngöremezseniz er ya da geç pazarın beklentilerini karşılayamaz duruma düşer ve yok olmaya mahkûm olursunuz.
Örneğin cep telefonu pazarında Nokia ve Motorola’nın tahtına Apple ve Samsung’un yerleşmesi tesadüfen olmamıştı. İlk(el) arama motoru ve web dizini Yahoo ve benzerlerinin tahtlarını Google’a bırakmaları da çok uzun sürmemişti.
Netscape’i hatırlıyorsanız, İnternet’in günümüze kadarki yolculuğunun önemli bir kısmına zaten şahitlik etmişsinizdir. 1990’ların ortalarında Bill Gates İnternet ekosistemine agresif bir giriş planı yaparken hedef olarak Netscape’i gözüne ketirmesi sayesinde uzunca süre belleklere yer eden “İnternet’te her şeye bedava” algısı oluşmuştu.
Eğer Microsoft İnternet tarayıcısı (browser) monopolünü kırmak için öğrenci ve öğretmenler dışındakilerden kullanım bedeli olarak $50 talep eden Netscape’e alternatif olarak tamamen ücretsiz Internet Explorer’ı sunmasaydı, muhtemelen ilerleyen dönemlerde İnternet’te haber siteleri, e-posta hizmetleri, anlık iletişim uygulamaları ve hatta sosyal ağlar bile kulanım ücreti istiyor olabilirdi. O yılarda, yazılım, müzik, film ve kitapların yaygın bir şekilde korsan paylaşımı da aslında “bedava” algısının bir tezahürüydü diyebiliriz.
Bu gelişmelerin bir sonucu olarak, uzun yıllar boyunca pek çok çevrimiçi içerik üreticisi kullanıcılara hizmetlerini ücretsiz olarak sunarken, kendilerine gelir kaynakları oluşturmak için çevrimiçi reklam, satış, üyelik, sponsorluk ve ürün yönlendirme gibi alternatifler yaratmaya çalıştılar.
Kullanıcılar “bedava”nın maliyetinin aslında çok daha pahalı olduğunu kişisel verilerini teknoloji devlerine, İnternet korsanlarına, hükümetlere ve tabii ki de bundan nasiplenmek için bu verileri satın alan işletmelere kendi elleriyle teslim ettikten uzunca bir süre sonra anlamaya başladılar.
Günümüzde okuyucularına haber adı altında bolca reklam sunan haber siteleri ile bazı temel hizmetleri reklam karşılığında sunan sosyal ağlar dışında İnternet’te ücretsiz hizmet verenlerin kaldığını söyleyemeyiz. İnsanlar artık müzik dinlemek, dizi ve film izlemek için bir bedel ödemek ya da can sıkıcı reklamlara katlanmak zorunda. Bazı oyunları oynamak ücretsiz gibi görünse bile oynamaya devam edebilmek için ödeme yapılmak zorunda. Hatta, Elon Musk Twitter’ın (X?) bile ücretli olması için elinden geleni yapacağını söylemekte tereddüt etmiyor!
Buraya kadar yazdıklarım aslında İnternet’in tarihsel evrim sürecinin kısa bir özetinden başka bir şey değil. Buradan sonra yazacaklarım ise ‘Yapay Zekâ’nın İnternet’in tarihsel döngüsünü nasıl başa saracağına ilişkin gözlem ve öngörülerimden oluşuyor.
2020 yılının Eylül ayında, The Guardian gazetesinde yayınlanan “Bu makalenin tamamını bir robot yazdı: İnsanoğlu hala korkmadın mı?” başlıklı makaleyi belki duymamış ya da hatırlamıyor olabilirsiniz. O makale ChatGPT tarafından yazılmıştı ancak o günlerde hiçbirimiz bahsi geçen yapay zekâ uygulamasının 2 yıl içinde ilkokul öğrencileri tarafından bile yaygın bir şekilde kullanılmaya başlayacağını tahmin edemiyorduk. Tıpkı, iki Stanford öğrencisinin bir proje olarak hazırladıkları ve sonradan Google olarak adlandırılan arama motorunun zamanla dünyayı saran en büyük İnternet ekosistemlerinden birisi olacağını hiç kimsenin tahmin edemediği gibi!
ChatGPT şu anda sadece kısıtlı özellikleri olan eski versiyonunun sınırlı kullanımını ücretsiz olarak sunuyor. Sosyal ağlarda son aylarda popüler olan diğer yapay zekâ uygulamalarının pazarlama modellerine baktığımızda da benzer bir sistemin işlediğini görüyoruz. Örneğin, yapay zekâ tarafından fotoğrafınızın bir görsele dönüştürülmesini istiyorsanız bunun bedelini ödemeniz gerekiyor. Tıpkı İnternet’in ilk günlerinde Netscape’i kullanmaya devam etmek istiyorsanız ücret ödemeniz gerektiği günlerde olduğu gibi, yapay zekâ pazarına hızlı giriş yapan bu işletmeler haklı olarak sundukları hizmetin karşılığını da almak istiyorlar.
Ancak döngü yine aynı şekilde işliyor. Internet Explorer ile Netscape’i pazardan silen (daha sonra Netscape’in küllerinden doğan Mozilla ve Chrome’a tekrar tahtı devrettiğini de unutmadığımız) Microsoft (normalde ücretli olarak sunulan) ChatGPT4’ü ücretsiz olarak Bing uygulamasına entegre ederek yapay zekâ pazarına konumlanmak için ciddi bir adım attı. Benzer bir şekilde Google Bard ile Meta Connect ve Llama ile, Apple ve diğerleri de benzer uygulamalarla ciddi bir şekilde yapay zekâ’yı kendi ekosistemlerine entegre etmek suretiyle hizmetlerini yapay zekâ temelli ücretsiz alternatiflerle çeşitlendirmeye başladılar.
Yapay zekânın artan oranda geleceğe yön vereceğini fark etmeyen işletmeleri gelecekte zor günler beklediğini söylemek sanırım yanlış olmaz. Bireyler açısından da tıpkı, su, hava, elektrik ve İnternet gibi yapay zekâ da yakın gelecekte hayatın ayrılmaz bir parçası haline getirilecek. Eğer bu süreç İnternet’in yukarıda bahsettiğim kısa tarihi gibi şekillenirse ilginç günler göreceğimizi söylemek yanlış olmaz…
Eğitim 3
Prof. Dr. Mustafa Zihni Tunca
Geçtiğimiz hafta bu köşede, eğitim sisteminin sorunlarını anlamadan çözüm üretilemeyeceğine değinerek bir sistemi “neden değiştirmeliyiz” sorusuna cevap bulmadan önce “nasıl değiştirmeliyiz” sorusunu cevaplamamızın mümkün olmadığını kısaca ifade etmeye çalışmıştım.
Bir sistemi “neden değiştirmeliyiz” sorusunu cevaplayabilmek için ise sorunları ve o sorunların nedenlerini anlamamız gerekiyor. Örneğin, yine geçtiğimiz hafta sorduğum sorulardan birisini daha açık hale getirerek tekrar sorayım:
“Eğitim sistemimizde dershanelere neden gereksinim duyuluyor?”
“Neden ilkokul öğrencileri orta seviyeli okullara, ortaokul öğrencileri liselere, lise öğrencileri ise üniversitelere girebilmek için dershanelere gitme ihtiyacı duyuyor?”
Nihayetinde yerleştirme sınavları bakanlık tarafından belirlenen müfredatlara göre yapıldığına göre, okullarda verilen eğitimler bu sınavlarda başarı için yeterli değil mi, değilse nedenleri araştırıldı mı?
Dershane örneği ile ilgili cevaplanması gereken soruları arttırabilirim ancak amacım geçen haftalarda da belirttiğim gibi (en azından şu aşamada) eğitim sisteminin yanlış bulduğum noktalarını eleştirmek değil. Şu aşamada halen mevcut eğitim sisteminin yenilenmesi ya da revize edilmesi gerekiyorsa bu süreci doğru bir şekilde gerçekleştirebilmek için atılması gereken adımları doğru sıraya göre belirlemenin önemini ifade etmeye çalışıyorum.
Daha önce de belirttiğim gibi, mevcut bir sistem ancak bir ihtiyaç hissedildiğinde ve bu ihtiyacın sebepleri açık bir şekilde belirlenip alternatifler arasından en uygunu belirlendikten sonra iyileştirilmeli, yenilenmeli ya da değiştirilmelidir.
O yüzden de, yukarıda örnek olarak verdiğim ve geçtiğimiz hafta sorduğum benzer soruların cevaplarına ulaştığımızda mevcut sistemde var olan sorunlara ve bu sorunların sebeplerine ulaşabilme şansına sahip olabiliriz.
Değişim ihtiyacı olduğuna inandığımız mevcut sistemde var olan tüm sorunları ana sorunlar ve bunlara bağlı tali sorunlar olarak gruplandırıp ilgili sorunların sebepleri, kaynakları ve neden oldukları sıkıntılar temelinde ele almadan buzdağının görünmeyen kısmının ne kadar büyük olduğunu belirleyebilmemiz mümkün olamaz.
Eğitim 2
Prof. Dr. Mustafa Zihni Tunca
Mevcut bir sistem; değişime yönelik ihtiyaç hissedildiğinde ve bu ihtiyacın sebepleri açık bir şekilde belirlendikten sonra alternatifler arasından en uygun olanı belirlenerek iyileştirilir, yenilenir ya da değiştirilir.
Peki eğitim sistemimiz bir iyileştirmeye, yenilemeye ya da değişime ihtiyacı olup olmadığına neye göre karar vereceğiz? Geçmişte değişim kararı alınırken hangi kriterler göz önüne alınıyordu?
İki güncel örnek üzerinden durumu inceleyelim:
3 Mayıs 2023 tarihli gazetelerde dönemin Milli Eğitim Bakanı tarafından 12. Sınıf öğrencilerinin YKS’ye rahatça hazırlanabilmeleri için devamsızlıktan muaf tutulacakları müjdesinin “Bakanlık her yıl sınavdan sonra bu müjdeyi veriyordu” sözleriyle duyurulduğu ifade ediliyor.
16 Ağustos 2023 tarihli gazetelerde yer alan haberlerde ise yeni Milli Eğitim Bakanı’nın devamsızlığa yönelik görüşlerini “Devamsızlıkla ilgili … önümüzdeki eğitim öğretim yılı sonunda çocuklarımız af ya da benzeri beklenti içinde olmasınlar. Devamsızlık ve sınıf tekrarı konusunda çok ciddiyiz.” sözleriyle ifade ettiği duyuruldu.
Bu örneğe baktığımızda esasen sorulması gereken sorular şunlar:
- Önceki yıllardaki bakanlar hangi kriterlere göre devamsızlığı affetti?
- Devamsızlık yapan öğrencilerin üniversite sınavlarındaki başarı durumu devam edenlerle karşılaştırıldığında nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?
İkinci örnekle devam ediyorum. Sayın bakan sadece devamsızlık değil, Açık Lise’ye de geçişler konusunda da benzer bir şekilde tedbirler uygulayacaklarını ifade ederek “Açık liseye kaymalarla ilgili de bir dizi tedbiri önümüzdeki günlerde mevzuat değişiklikleriyle almış olacağız.” ifadesini kullanmıştı. Takip eden günlerde de mevzuat değişikliğine gidilerek devamsızlık ve Açık Lise’ye geçişler konusunda gerçekten de ciddi önlemler alındığına şahit olduk.
Bu bağlamda öğrencilerin okul tercihleri hususunda da bazı sorularım var:
- Açık Lise’ye geçen öğrencilerin üniversiteye giriş sınavlarındaki başarı düzeyleri ayrıldıkları okullarındaki akranlarının başarı düzeyleri ile karşılaştırılıyor mu?
- Özel ve kamu liselerinde öğrencilerin lise not ortalamaları ile üniversiteye giriş sınavlarındaki başarı düzeyleri arasındaki ilişkiler karşılaştırmalı olarak inceleniyor mu, ciddi bir farklılık varsa bu farklılıkların sebepleri inceleniyor mu?
- Benzer bir şekilde, kırsal ve kentsel alanlardaki kamu liselerindeki öğrencilerin lise not ortalamaları ile üniversiteye giriş sınavlarındaki başarı düzeyleri arasındaki ilişkiler karşılaştırmalı olarak inceleniyor mu?
- Dershanelere giden ve gitmeyen öğrenciler için benzer karşılaştırmalar yapılıyor mu?
Esasen bu sorulara verilen cevaplarla, öğrencilerin gittiği okulun tipi, o okullarda elde ettikleri mezuniyet ortalaması, dershaneye gitme durumları ve üniversiteye giriş sınavında elde ettikleri yüzdelik dereceler arasındaki ilişki detaylı olarak incelenirse çok ilginç sonuçların ortaya çıkacağına inanıyorum.
Hatta, şeytanın sor dediği bir soru daha var aklımda:
- Her yıl haberlerde rastladığımız “üniversite sınavından sıfır çeken” öğrencilerin lise mezuniyet ortalamaları hiç incelendi mi?
Bu sorular, temel düzeyde durum tespiti için önem arz etmenin yanı sıra, elde edeceğimiz cevaplar bize bir sonraki adımda soracağımız “NEDEN?” sorusu için ciddi anlamda yol gösterici olacaktır.
Haftaya kaldığımız yerden devam edelim…
Eğitim sistemimizin iki eksiği
Prof. Dr. Mustafa Zihni Tunca
Geçtiğimiz yıllarda bir köşe yazarı Rahmetli Nurettin Topçu’nun güzel bir tespitini paylaşmıştı:
“Eğitim sistemimizin iki eksiği var: Birincisi eğitim, ikincisi sistem”
Bir akademisyen olmam sebebiyle ömrümün yarısı öğrencilikle, diğer yarısı ise eğitmenlikle geçti. En büyük evladı üniversiteyi tamamlamak üzere, en küçüğü ise ilkokulda olan bir veli olduğumu da bu bilgilere eklersek milli eğitim sistemimizin son 40 küsur yılını öğrenci, veli ve eğitmen rollerinde gözlemleme şansına sahip olduğumu söyleyebilirim.
Özellikle 1990’lardan itibaren eğitim sisteminde yaşanan ya da daha doğru bir tabirle farklı yöneticiler tarafından “denenen” değişikliklerin hemen hemen hiçbirisinin kalıcı olmadığına, hatta kendi evlatlarımın her birisinin eğitime başladıkları dönemlerde uygulanmaya başlanılan değişikliklerin henüz eğitimlerini tamamlayamadan tekrar tekrar, defalarca değişime uğradığına şahit oldum.
Esasen, kısa zaman aralıklarında alınan ve genellikle konjonktüre dayalı olarak gerçekleştirilmeye çalışılan bu düzenleme ve değişikliklerin çocuklar ve ülkemizin geleceği açısından olumsuz etkilerini en net gözlemleyenlerin akademik camia olduğunu söyleyebilirim. Çünkü, her yıl üniversitelere yerleşen öğrencilerin akademik başarılarının yanı sıra davranış ve muhakeme yeteneklerindeki farklılıkları önceki yıllarda gelen öğrenciler ile karşılaştırabilecek bir mesleğe sahibiz.
O yüzden de, takip eden yazılarda eğitime ilişkin sistemsel sıkıntıları neden aşamadığımızı bir akademisyen gözüyle yorumlamaya çalışacağım.
Bulut hizmetinizi nasıl alırdınız?
Prof. Dr. Mustafa Zihni Tunca
Son günlerde reklam panolarında bir mobil operatörün bulut depolama hizmetine ilişkin reklamlar dikkatimi çekiyor. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim, güçlü rakiplerin bulunduğu dijital pazarlara ulusal firmalar tarafından konumlandırılmaya çalışılan alternatif sosyal ağ, depolama vb. hizmetlerin olağandışı bir dokunuş sağlanamadığı sürece ciddi başarılar elde edebileceğine inanmıyorum.
Ulusal markaların başarılı olmalarını elbette temenni ederiz. Ancak, pazar yapısı, demografik değişkenler ve tüketici davranışları gibi pek çok faktörü göz önüne aldığınızda dijital dünyada bir ürün ya da hizmetin ciddi rakipler karşısında rekabet edebilmesi cesaretten öte erdem ve becerileri gerektiriyor.
Dijital dünyada zorlu rekabet koşulları konusunda zaten sık sık yazmaya çalışıyoruz. Örneğin, geçtiğimiz haftalarda Threads’ın Twitter (X?) açısından ciddi bir rakip olamayacağını ifade etmiştim ki güncel gelişmeler söylediklerimin doğruluğunu beklenenden daha hızlı bir şekilde gösterdi.
Esasen, bu hafta değinmek istediğim husus, ulusal markaların başarılarının önündeki en önemli handikabın yine kendileri olduğu gerçeği. Ülkemizde operatörler tarafından konumlandırılmaya çalışılan BİP, Fizy, Lifebox gibi dijital ürünler hiçbir zaman kendi isimleri ile ön plana çıkamıyor, ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar her zaman operatörlerin isimlerinin gölgesinde kalmaya mahkum görünüyorlar.
Bu ürünlerin operatörler tarafından kullanıcılara tarife ve paketler ile birlikte sunulan tamamlayıcı hizmetler olmanın ötesine geçebilmeleri için rüştlerini ispatlayabilmeleri, yani kaba bir ifade ile ana yemeğin yanındaki ücretsiz ikramlar olmaktan kurtularak, kendi isimleri ve sağladıkları değerler ile ön plana çıkabilmeleri gerekiyor. Bu açıdan düşündüğümüzde yazının başında bahsettiğim duvar reklamları önem arz ediyor.
Ancak, bulut depolama hizmetleri özelinde daha vahim bir sorun mevcut. Bulut depolama hizmeti doğası itibariyle süreklilik yani uzun süreli bir müşteri bağlılığı gerektiriyor. Bulut depolama hizmetine ihtiyaç duyan rasyonel bir birey, fotoğrafları başta olmak üzere her türlü kişisel verisini gizlilik koşulları altında, her an her yerden hızlı bir şekilde yükleyip indirebileceği, diğer uygulamalar ile senkronize edebileceği, başkaları ile paylaşabileceği, daha da önemlisi geleceğe dönük olarak maliyetleri öngörebileceği bir hizmet sağlayıcı ile uzun soluklu çalışmayı tercih eder.
Bu bağlamda düşündüğümüzde, müşterileri ile uzun vadeli ilişki kurmak yerine yıllık sözleşmeler ile diğer operatörlerden yeni müşteriler transfer ederek mevcut müşterileri gözden çıkarmayı stratejik olarak benimseyen mobil operatörler tarafından sunulan bulut hizmetlerinin kısa soluklu müşteri ilişkileri ile başarılı olması beklenemez.
Hele ki bireylerin bulut depolama tercihlerinde kullandıkları cihazların işletim sistemleri tarafından sunulan hizmetlere odaklandığı bir dünyada kullanıcıları etkilemek için fiyat odaklı stratejilerin bile yeterli olabileceğini düşünmüyorum.
Akademik yayınlarda yapay zekâ kullanımı
Prof. Dr. Mustafa Zihni Tunca
Geçtiğimiz günlerde yabancı bir şirketten gelen bir e-posta’da akademik çalışmalarda ChatGPT ve Google Bard kullanım eğitimleri verdikleri ifade edilyordu. Eğitimler üç parçaya bölünmüş ve her bir eğitim için $300 civarında ücret isteniyor. Ana başlıklar ise literatür taramasında ChatGPT kullanımı, akademik yayın araştırma ve yazma sürecinde ChatGPT kullanımı, ve hibe projeleri başvurusu hazırlarken ChatGPT kullanımı olarak belirlenmiş.
Yapay zekâ ile hazırlanan içeriklerde intihal sorunu yaşanmaması için gerekli tüyoların verileceği de dolaylı bir şekilde ima edilmiş. Bu nokta önemli çünkü artık ödev, tez ve makalelerde benzerlik oranlarını analiz eden intihal yazılımları, yapay zekâ tarafından hazırlanan metinleri de büyük ölçüde tespit edebiliyor.
Yapay zekânın akademik araştırmalarda etik olmayan şekillerde kullanımına yönelik yayınevleri ise farklı tedbirler almaya devam ediyorlar. Örneğin, akademik dünyanın en köklü yayınevlerinden birisi olan Elsevier bu konuda net bir şekilde tavrını koyarak sektöre öncülük ediyor.
Yayınevi, yazarların yapay zekâ destekli teknolojileri sadece çalışmaların okunabilirliği ve dilini geliştirmek için kullanabileceklerini ifade ediyor. Diğer bir ifade ile, makale tamamlandıktan sonra özellikle ana dili İngilizce olmayan yazarların yazım hataları, dil bilgisi vb. konularda yapay zekâdan destek alabileceği, eserin içinde ise yapay zekâ tarafından üretilen hiçbir metin ya da görsel bulunamayacağı ifade edilmiş.
Şirketin belirlediği esaslara baktığımızda, akademik çalışmalarda yapay zekâ kullanımına ilişkin yasaklar esasen iki noktada odaklanıyor. Bunlardan birincisi geçtiğimiz hafta da belirttiğimiz üzere mevcut teknolojilerin halen hata yapmaya yatkın olmaları:
“Teknolojinin uygulanması insan gözetimi ve kontrolü ile yapılmalı ve yazarlar sonucu dikkatlice gözden geçirmeli ve düzenlemelidir, çünkü AI yanlış, eksik veya önyargılı olabilecek otoriter sondaj çıktıları üretebilir.”
Bir diğer husus ise eserlere ilişkin her türlü sorumluluğun yazarlarda olması gerçeği ki hukuken bu sorumluluğun yapay zekâya devredilmesi ya da onunla paylaşılması mümkün değil:
“Yazarlar, AI ve AI destekli teknolojileri bir yazar veya ortak yazar olarak listelememeli veya AI’yı yazar olarak göstermemelidir. Yazarlık, yalnızca insanlara atfedilebilecek ve insanlar tarafından gerçekleştirilebilecek sorumlulukları ve görevleri ifade eder. Her (ortak) yazar, çalışmanın herhangi bir bölümünün doğruluğu veya bütünlüğü ile ilgili soruların uygun şekilde araştırılmasını ve çözülmesini sağlamaktan sorumludur ve yazarlık, çalışmanın son sürümünü onaylama ve sunumunu kabul etme yeteneğini gerektirir.”
Yukarıda belirttiğim gibi her ne kadar yapay zekâ tarafından hazırlanan görsellerin kullanımı da yasaklanmış olsa da, yayınevi burada bir parantez açmayı unutmamış:
“Gönderilen makalelerde görüntü oluşturmak veya değiştirmek için Üretici AI veya AI destekli araçların kullanılmasına izin vermiyoruz. Bunun tek istisnası, AI veya AI destekli araçların kullanımının araştırma tasarımının veya araştırma yöntemlerinin bir parçası olmasıdır.”
Son olarak teknolojik gelişmelere göre yapay zekâ kullanımına ilişkin etik kuralların düzenli olarak güncelleneceği de not düşülmüş.
Ucuz GPT’nin yahnisi
Prof. Dr. Mustafa Zihni Tunca
Bazen merak ediyorum, başıma gelenler her hafta bu köşede paylaşayım diye gizli bir güç tarafından bana özel olarak mı yaşatılıyor diye…
Geçtiğimiz hafta cep telefonumda uzun süredir kullanmadığım Opera tarayıcısını güncellediğimde Aria adında OpenAI altyapısı ile çalışan bir yapay zekâ sohbet robotunun tarayıcıya entegre edildiğini öğrendim.
Karşımda zeki bir ChatGPT türevi beklerken, karşımda cahil, ancak cahilliğini kendinden emin bir şekilde ve ısrarla hatalı bilgilerin doğru olduğunu iddia ederek kapatmaya çalışan şark kurnazı bir yapay zekâ robotu buldum. “İçimizden biri la bu Aria” diye düşündüm kendi kendime.
Aşağıda aramızda geçen kısa muhabbeti noktasına virgülüne dokunmadan paylaşıyorum. Ön bilgi olarak paylaşmış olayım, robota sorduğum soruların neredeyse tamamına verdiği cevaplar hatalı! Hatta, ben sormadan verdiği cevaplara ilave olarak “Bak ben bunu da biliyorum” gibisinden verdiği cevaplar da hatalı! Bahsi geçen eserde olay Berlin’de geçiyor, ve bahse konu olan şey heykel değil resim. Ancak robotumuz ısrarla doğru cevap verdiğini iddia ederek beni çileden çıkarmayı başardı!
Şimdilik Aria ile aramızda geçen muhabbeti okuyalım, daha sonra bu konuda devam ederiz…
Aria:
Tekrar hoş geldiniz! Size bugün nasıl yardımcı olabilirim?
Ben:
Kürk Mantolu Madonna romanı hangi yılda geçiyor?
Aria:
Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna” romanı, birinci dünya savaşı sonrası İtalya’da geçmektedir. Romanın zamanı 1920’li yıllardır.
Ben:
Emin misin, İtalya mı gerçekten, Almanya olması lazım.
Aria:
Evet, düzeltmeniz için teşekkür ederim. “Kürk Mantolu Madonna” romanı, birinci dünya savaşı sonrası Almanya’da geçmektedir. Romanın zamanı 1920’li yıllardır ve başkarakterimiz Raif Efendi, Almanya’nın Kuzey Denizi kıyısında bir kasabaya gitmektedir.
Ben:
Hangi kasaba?
Aria:
“Kürk Mantolu Madonna” romanında, Raif Efendi’nin gittiği kasaba ismi belirtilmemektedir. Ancak, kasabanın Kuzey Denizi kıyısında olduğu ve Almanya’nın kuzeyinde olduğu belirtilmektedir.
Ben:
Berlin olabilir mi?
Aria:
Hayır, “Kürk Mantolu Madonna” romanında kasaba ismi belirtilmemektedir, ancak kasabanın Kuzey Denizi kıyısında olduğu ve Almanya’nın kuzeyinde olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle, Berlin gibi Almanya’nın iç kesimlerinde bulunan bir şehir, romanın geçtiği yer olamaz.
Ben:
Raif efendinin sevgilisi kim?
Aria:
“Kürk Mantolu Madonna” romanında Raif Efendi’nin sevgilisi Maria Puder olarak belirtilmektedir. Raif Efendi, Maria Puder ile birlikte olduğu zamanlarda kürk mantolu bir madonna heykelini satın alır ve bu heykel, roman boyunca önemli bir sembol olarak kullanılır.
Ben:
Öyle bir heykel almaz!
Aria:
Romanın kurgusal bir yapıt olduğunu ve bu nedenle tamamen hayal ürünü olduğunu hatırlatmak isterim. Ancak, “Kürk Mantolu Madonna” romanında Raif Efendi adlı karakter, Maria Puder ile birlikte olduğu dönemde bir kürk mantolu heykel satın almaktadır. Bu heykel, romanın ilerleyen bölümlerinde önemli bir sembol olarak kullanılmaktadır.
Instagram threats
Prof. Dr. Mustafa Zihni Tunca
Bir önceki yazıda ticari kaygılar yüzünden Elon Musk’ın Twitter’a ciddi zarar verebileceğini yazmıştım. Bu hafta kaldığımız yerden devam ederek, çokça sorulan Zuckerberg’in yeni “Threads” uygulamasının Twitter’ı nasıl etkileyeceğini değerlendirelim.
Öncelikle, Twitter’ın diğer ana akım sosyal ağlardan farklı olarak mikroblog hizmeti sunması sayesinde Facebook grubuna karşı ayakta kalabilmeyi başarabildiğini unutmayalım. Zuckerberg, geçtiğimiz 10 yıl boyunca agresif bir şekilde diğer sosyal ağların en karakteristik özelliklerini Facebook başta olmak üzere sahip olduğu tüm sosyal ağlara adapte ederek rakiplerini yavaş yavaş etkisizleştirirken, muhtemelen kullanıcı profiline uymadığı için bu alana el atmamış olabilir.
Esasen, Facebook bunları yaparken, Twitter da Vine ve Periscope gibi uygulamalarla diğer sosyal ağları taklit etmeye çalışmasına rağmen başarılı olamayacağını tecrübe etmişti. Başarısızlığının sebebini araştırdılar mı bilmiyorum, ancak bana göre Twitter kullanıcıları bu platformda mevcut özelliklerle yetinmek ya da sadece o özelliklerin zenginleştirilmesini istiyor.
O yüzden de zaten Twitter’ın kullanıcı sayısı diğer sosyal ağlara göre daha az ve pandemi dönemini saymazsanız kullanıcı sayısındaki artış da hep sınırlı düzeyde gerçekleşiyor.
Bu arada, İngilizce bilen okurlar başlıktaki kelime oyununu fark etmiştir diye düşünüyorum. Soru şu: Twitter için Instagram’ın “Threads” uygulaması ‘threats’e (tehdit) dönüşür mü?
Hatırlayalım, pandemi döneminde Clubhouse uygulaması çıkmış ve bir anda efsane haline gelmişti. Herkes birbirinden davet alarak uygulamaya girmeye çalışıyor, uygulamanın müptelası olduklarını yazıyor, kimileri bu uygulamanın Twitter başta olmak üzere sosyal ağları tahtından edeceğini falan söylüyordu.
O günlerde Clubhouse’ın bir saman alevi gibi pandemi döneminin hürmetine bir süre saltanat sürüp sonra yok olup gideceğini yazdığımda ciddi eleştiriler almıştım. Şu anda esamesi okunmayan Clubhouse uygulaması sesli sohbetler sunarak Twitter’a rakip olamazdı, çünkü kulvarlar farklıydı. Aksine, sunmuş olduğu alternatif sistemin başarısı üzerine Twitter pandemi döneminde benzer bir hizmet sunarak özellikle aşı karşıtlarının oluşturduğu sohbet grupları sayesinde bir süre bu trendin kaymağını bile yedi.
Threads uygulamasına dönersek, rakiplerine karşı oldukça agresif bir tavır sergileyen Zuckerberg, onların başarılı oldukları alanlara girmekten çekinmediğini söylemiştik. Instagram’ın bir eklentisi gibi sunulan ancak uygulamada ondan bağımsız bir Twitter kopyası olarak çalışan Threads uygulaması ne ölçüde başarılı olabilir sorusunun cevabı pek çok faktöre bağlı olmakla beraber, uygulamanın zamanlamasının harika olduğunu söyleyebilirim.
Elon Musk’ın Twitter kullanıcılarının canını sıkmaya başladığı bir dönemde elbette bir kısım Twitter kullanıcısı Threads’a kayacak ya da en azından uygulamayı denemeyi isteyecektir. Bir kısım Instagram kullanıcısı da yeni akımı merak ederek uygulamayı yükledi bile. İlk 72 saatte 10 milyon kullanıcıya ulaşıldığı haberi ile yeni trendden uzak kalmamak için uygulamayı yükleyecek olanları de sayarsak, Zuckerberg’in ilk aşamayı başarıyla tamamladığını söylemek mümkün.
Ancak kişisel görüşüm, Twitter benzeri bir uygulamanın Instagram kullanıcısını cezbetmeyeceği, Twitter kullanıcısının ise bu yeni uygulamadan çok fazla hazzetmeyeceği yönünde. Tabii, Elon Musk aksi yönde çabalamaya devam etmezse…
Twitter’ı Musk’elemek
Prof. Dr. Mustafa Zihni Tunca
Elon Musk’ın , Twitter’ı satın aldığından beri “mülk sahibi” olarak oldukça ilginç davranışlar sergiliyor olması çok da şaşırtıcı değil. En yakın rakibini kafes dövüşüne davet eden bir iş adamından çok da fazlasını beklemek de doğru olmazdı. Ancak, asıl şaşırtıcı olan, günlük erişilebilen twit sayısını sınırlama kararı aldığını açıklamasıdır. Çünkü böyle bir karar sadece kullanıcıları değil, şirket ortaklarından yatırımcılara kadar herkesi çileden çıkarabilecek türden bir karar olarak tarihe geçecek niteliktedir.
Twitter, diğer sosyal ağlardan farklı bir yapıda olması sebebiyle diğer ana akım sosyal ağlarla karşılaştırınca çok ciddi bir artış göstermeyen kullanıcı sayısı ve kullanıcı profiline sahip. Hızlı bilgi paylaşımı ve erişiminin ön plana çıktığı bir sosyal ağda veri güvenliği bahane edilerek kullanıcıların erişebileceği bilgi miktarının sınırlandırılıp, bu da yetmezmiş gibi şirketin tepe yöneticisinin “sizi bağımlılıktan kurtarmak için bunu yapıyorum, gidin sevdiklerinizle zaman geçirin” şeklinde paylaşımlarda bulunmasının önceki şirket yöneticilerinin ifade özgürlüğünü engelleyen davranışları kadar tehlikeli olduğunu söyleyebiliriz.
Yeri gelmişken hatırlatmakta fayda görüyorum, Twitter kullanıcılarının toplam sayısı dünya çapında sosyal ağ kullanıcılarının %9’unu geçmiyor ve mevcut kullanıcıların da yaklaşık yarısı aktif kullanıcı durumunda. Diğer bir ifade ile, diğer sosyal ağlar ile karşılaştırıldığında, teknik anlamda bağımlı olabilecek kullanıcı sayısı oldukça sınırlı.
Kullanıcıların önemli bir kısmı bilgi paylaşmaktan çok bilgi edinmek için Twitter’ı kullanıyor. Elbette bu platformda paylaşılan bilgiler, haberlerden lüzumsuz bulabileceğiniz magazinsel içeriğe kadar uzanıyor. Hal böyle olunca da, dezenformasyonun en rahat yayıldığı ağların başında Twitter geliyor. O yüzden de başı sıkışan her hükümetin öncelikli olarak erişim kısıtlaması getirdiği ağların başında Twitter geliyor.
Ticari gerekçeleri ne olursa olsun, saçma sapan ve her gün değişen limitlerle statik takipçilerin keyfini kaçırmak yerine, aktif olarak paylaşımda bulunan kullanıcılara yönelik kural ve denetimlere önem verilmesi oldukça önemli. Nihayetinde olağan dışı davranışlarda bulunan takipçiler zaten sistem tarafından tespit edilip gerekli müdahalelerde bulunuluyor.
Zekânın yapayı olur, aptallığın değil
Prof. Dr. Mustafa Zihni Tunca
Birkaç yıl önce yerel bir gazetede, mahallelerine yerleştirilen baz istasyonuna isyan eden vatandaşların tepkileri ile ilgili bir haber vardı. Muhabire görüş bildiren vatandaşlardan birisi, her an baz istasyonundan radyasyon sızıntısı yaşanmasına yönelik bir korku ile yaşadıklarını ifade ediyordu.
Elbette her bireyin baz istasyonu ya da mikrodalga fırın gibi cihazların oluşturduğu enerji dalgalarını ifade eden ‘elektromanyetik radyasyon’ ile uranyumdan yayılan radyoaktivite kaynaklı ‘iyonlaştırıcı radyasyon’un aynı şeyler olmadığını bilmesi beklenemez. Ancak, basının ve özellikle de sosyal medyanın bireylerde oluşturduğu önyargıyı takip eden süreçte değiştirmek gerçekten zor olabiliyor.
Geçmişte, sosyal ağlardaki yanıltıcı paylaşımlar ve basına yansıyan eksik bilgilere dayalı haberler yüzünden uzun yıllar boyunca bireyler İnternet bankacılığını tehlikeli buldu, online alışverişlere karşı temkinli yaklaştı. Günümüzde ise, yapay zekâ odaklı felaket haberleri ile medya kuruluşları bireylerin yapay zekânın insanlığı ele geçirmek için tetikte bekleyen ‘dijital şeytan’ olarak algılanmasına sebep oluyor.
Esasen, yapay zekâ uygulamaları da dahil olmak üzere her teknolojik gelişmenin faydalarının yanı sıra zararları da söz konusu olduğunu inkâr edemeyiz. Bu durum baz istasyonları için de geçerli, COVID-19 aşıları için de… Ancak cep telefonunu elinden bırakamayan bir toplumun kendi mahallesinde baz istasyonuna isyan etmeleri, pandemi döneminde bir an önce işinin başına dönmek isteyen bireylerin sadece sosyal medyada okudukları paylaşımları esas alarak aşı ve maske gibi koruyucu önlemlere itiraz etmeleri tamamen oluşturulan önyargı ile alâkalı!
Önceki gün, Türkçe içerikli yayın yapan yabancı bir medya kuruluşunda yer alan bir yazının başlığı “Ya yapay zekâ bizi aptallaştırırsa?” şeklindeydi. Başta cep telefonu ve İnternet tabanlı ürün ve hizmetler olmak üzere, hayatımızı kolaylaştıran her teknolojik gelişmenin bizi biraz tembelleştirdiğine, sağlığımıza olumsuz etkiler yaratabildiğine, hatta beynimizin küçülmesine ve IQ seviyesinde azalmalara yol açabildiğine ilişkin araştırmaları yıllardır yazılarımda ve konuşmalarımda zaten paylaşıyorum. Tartışmaları bu eksenden çıkarıp tüm sorumluluğu yapay zekâya yüklemek kime ne kazandırır, hiç düşündünüz mü?
Günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelen pek çok teknolojik ürün ve hizmette zaten halihazırda yoğun bir şekilde yapay zekâdan yararlanılıyor iken, ChatGPT vb. uygulamaların popüler hale gelmesi ile yapay zekâya yönelik “insanlığın yok olmasına sebep olacak günah keçisi” algısı yaratma çabaları o yüzden bana gülünç geliyor!
