Etiket: Atıf Ünaldı
Bırakın STEM’i Türkiye’deki Eğitim Sistemini Düzeltelim
Hangi öğreti ve inanç sistemine bağlı olursanız olun, hangi kadim öğretiyi önemserseniz önemseyin, hepsi okumak, öğrenmek ve araştırmanın (sorgulamanın) gücüne inanır. Her ne kadar şu an Alak suresinin 96. ayetinde de olsa, benim inancımın ilk öğretisi okumaktır. İster “oku”mayı kelime anlamıyla alın isterseniz, hayatı okumak olarak algılayın her halükarda, ciddi bir bilgi birikimine, eğitime ihtiyaç vardır.
Benim eğitimimin en büyük kısmı Ankara’da geçti. Bulunduğum anadolu lisesinde boş derslerde, milli eğitimin sorunlarını konuştururdu öğretmenlerimiz. O dönemde Milli Eğitim Bakanı Metin Emiroğlu (Metin amca) sosyal hayatta da birlikte olduğumuz bir aile dostumuzdu. Açıkcası o dönemde bunu onunla konuşmayı hiç düşünmemiştim. Daha sonra sırasıyla rahmetli Hasan Celal Güzel, Ömer Dinçer ve Nabi Avcı’yla özel hayatımda çokça sohbet etme imkanı buldum. Hepsi bulundukları dönemin önemli isimleri olmalarına rağmen Milli Eğitim’de sorunları hiç bitmedi.
Geçen gün Ali Koç’un silikon vadisindeki Waldorf okulları ile ilgili makalesine denk geldim. Daha önce de yazmıştım, Waldorf ve Montessori yeni olmasa da çok tutulan ki eğitim yöntemi. Üstelik her ne kadar bir Boğaziçi’li olarak üniversitelerin gücüne inansam da asıl eğitimin köklerinin 0-3 yaş arası dönemde atıldığı konusundaki araştırmalara çok değer veriyorum. Üstelik bu dönemde bebekler zekanın en önemli parçası olan nöronlar arası sinaptik bağlantılarını güçlendiriyorlar. Kocaman bir öğrenme makinesi olan bebek bu dönemde hem öğrenmeyi öğreniyor, hem de bir sürü yeni şeyi öğreniyor. Sözgelimi hayatımızın geri kalanında bir dil öğrenmekte zorlanırken, bir bebek ilk yaşına gelene kadar hem ağzını ve dilini kullanmayı, hem dili aynı anda öğreniyor. Bu arada kolunu bacağını, emeklemeyi, güvenli güvensiz ortamları, hatta yürümeyi öğreniyor. Bu şapka çıkarılacak bir performans.
Tabii bu arada iPad kullanmayı öğrenenler bile var…
İşte bu dönemde çocuğun Montessori veya Waldorf gibi insan gelişimini iyi bilen bir metodla gelişmesinde çok büyük önem var. Bu Finlandiya’da ev ödevi vermiyorlarmış, söyleminden çok daha önemli.
Geçenlerde bir veri analitiği konferansında konuşmacılardan biri bir şempanzenin rastgele sıralanmış rakamları insana göre belki on belki yüz kat hızlı sıraladığı ile ilgili bir video seyrettirdi. İnternette https://tinyurl.com/maymununyetenegi adresinden ulaşabileceğiniz bu çok garip dört dakikalık seyirlik, insanın aslında birçok şeyi hesaba katarken nasıl reflekslerini kaybettiğini gösteriyor. Bu sadece evrimimizin bir parçası değil, aynı zamanda yaşamın içinde evrelerimizin de parçası. Sözgelimi hayatımızın hiçbir döneminde ilk yılımızdaki eğitim hızımızı yakalayamıyoruz. Ilk üç yıldaki nöron bağlantılarını daha sonra aynı enerji ile deva ettirmek mümkün olmuyor. Bu ve bunun dışındaki eğitim süreçlerimizi göz önüne alan Waldorf buna uygun bir eğitim kronolojisi oluşturmuş. Hayatın ilk yıllarındaki eğitim yetenekleri göz önüne alındığında ekstra desteklere ihtiyaç kalmıyor. Yani Waldorf bu dönemlerde ipad, bilgisayar, telefon ve teknoloji ile zaman kaybedilmemesini öneriyor. Silikon vadisi zenginlerinin, çocuklarına teknolojiyi yasakladığını söyleyen ve şehir efsanesi gibi dolaşan metnin aslında anlatmak istediği tam olarak da bu.
STEM eğitiminin gerekliliğini ve nasıl olması gerektiğini uzun uzun konuşmak yerinde olur ama önce insanın ilk yıllarında zekasını, bakış açısını ve yeteneklerini geliştirecek bu eğitim sürecini kaçırmayalım.
Silikon vadisinde Waldorf eğitiminin yaygınlığını görmemize rağmen, Türkiye’de bu konuda Montessori eğitiminin Waldorf’dan daha çok tercih edildiğini görüyoruz. Türkiye’de birçok siyasinin çocukları gerek İngiltere’de gerekse Türkiye’de Montessori eğitimi alıyorlar. Açıkcası hangisinin daha iyi olduğuna karar vermek için bu konuda yıllardır emek harcayan eşim Selin Ünaldı’ya sorma gereği duydum. O uzun zamandır bu alanda Waldorf ve Montessori’nin etkili yöntemlerini kullanmayı tercih ediyormuş. Doğru ya, artık dünya ne sadece siyah ne sadece beyaz. Bu hibrit yöntemlerin daha iyi yeni alışkanlıkları ortaya çıkaracağı, inovatif ve disruptive olacakları kesin.
Veri Analizinde Dünya Nereden Nereye Gidiyor?
Aracınıza bindiğinizde bir tuşa basıp ‘bana genel satışları özetle’ diyorsunuz. Genel bir özeti alıyorsunuz. Sonra merak ettiğiniz bir satış elemanının (muhtemelen gidişatı iyi olmayan) hakkında bilgi istiyorsunuz. Hemen cevabı geliyor. Acaba son toplantıdan sonra satışları yükseldi mi azaldı mı merak ediyorsunuz. Onun da cevabı var. Yani en genel raporlarınızdan en derin incelemelere kadar hepsi istediğiniz dilde sorabileceğiniz şekilde var.
Şirketinizde CIO olarak göreve başladığınızdan ilk günden beri c-level’ın istediği raporları toplamakla uğraşıyorsunuz. Ancak yarısı excel’de diğer yarısı büyük veri ambarlarında üstelik veriler akıp duruyor. Şimdi tek bir yaklaşımla hepsini birleştirebiliyorsunuz.
Yıllardır bir düzgün ERP seçelim diye uğraştınız. Aylarca servis güzergahlarına kadar girdiniz ama sistem bir türlü doğru çalışmıyor. Geçen bir yılda her ay bir departmanın açılacağı modüler bir proje buldunuz.
Geçen hafta İstanbul’da bunları yapan bir yazılımın lansmanındaydım. Microstrategy ve çözüm ortağı obase bu konudaki yenilikleri anlattılar. Konu Hindistan ve Asya genel müdür yardımcısı Darryl Owen’ın anlattığı şekli ile bence çok önemli. Bu köşede çoğunlukla dijital dönüşümün insanı merkeze alarak başlamasını okudunuz. Bu işin nedeniydi. Ama nasılının veri analizi İle olması gerektiğini ise sadece Darryl’den duydum…
Yaptığımız sohbette gerek Microstrategy’den Darryl Owen ve Evren Eray gerekse Türkiye’deki partner’ları Obase’den Bülent Dal uygulamanın yeni sürümünün analitic dünyasında çığır açacaklarından neredeyse eminlerdi. Uzun zamandır beni de Zoho dışında bu kadar etkileyen bir başka çözüm olmamıştı. Bunun sebebi bu yeni sürümle birlikte uygulamanın yaptığınız işlerin arasına bir katman olarak oturması. Bu da yapacağınız işleri engellemeyen ancak destekleyen bir yapıya sahip olmasını sağlıyor. Microstrategy buna hypercard diyor. Browser üzerinden kullandığınız ne varsa bunu sizin bilgilerinizle kartlar oluşturarak destekliyor.
Hatta bunu açtığınız kamerada da augmented (desteklenmiş) gerçeklik ile de yapabiliyorsunuz. Raftaki elmaya bakarak o günkü satışını görmek, otoparka bakarak o gün şe gelenleri anlamak, yüz tanıma ile yanınızdan geçenn kişinin linkedin hesabına ulaşmak mümkün. Microstrategy buna zero click artificial intelligence ( yani tek tuşa basmadan yapay zeka) diyor. Bunu takviminizdeki toplantı yapacağınız kişilerin bilgileri ile birleştirip toplantı notları oluşturması da harika. Gerçi bunu evernote’un da yaptığını biliyoruz ancak bu şekilde birleşik bir yapı çok daha etkili tabii ki…
Çekirdekte böyle sağlam bir yapı olunca insanın aklına giyilebilir teknolojiler ile desteklemek geliyor. Microstrategy bunu isteyen müşterilerinin olduğunu söyledi ancak proje daha bitmediği için söylemek istemediler. Google glass, microstrategy kullanmak için iyi bir donanım olabilir ancak malum google bu ürünü piyasadan çekmekle kalmadı, yenisini çıkarmak konusunda da bir çalışma yapmayacakları izlenimini veriyorlar. Sanıyorum bu konudaki en yeni ve en etkin çalışma Toshiba’ya ait. Google glass’ın yapabileceklerinden fazlasını Toshiba dynaedge ar100 yapıyor. Ürünü daha test etme imkanım olmadı ama Japon teknolojisinin bu konuda eski günlerine döndüğünü düşünenlerdenim.
Microstrategy’i tabii nesnelerin interneti ve sensörler ile de kullanmak mümkün. En iyi örnek Migros’lardaki buzdolaplarının yanındaki sensörler. Bu sensörler Migros’a her an veri aktarıyor. Bu veriler sayesinde anlık durumu bildirmek ve öngörüler üretmek mümkün. Örnekse durumun kötü gittiği bir şubeyi anlık olarak bildirmek ve gerekirse kasiyerleri değiştirmekten, birçok farklı çözüm üreterek durumu düzeltmek mümkün.
Ayrıca anlık kampanyalar yapmak, satış ekiplerine ürünleri birleştirip ‘bundle’ projeler üretmek için veri oluşturmak da mümkün.
Köşe yazılarımı takip ediyorsanız son dönemde büyük yazılım şirketleri arasından Hintli Zoho’yu ve Türkiye’deki çözüm ortağı Cloudyflex’i çok beğendiğimi biliyorsunuz. Şu an Zoho dışında beni en çok etkileyen şirket ise Microstrategy ve partnerı Obase
Facebook F8 Konferansında Neler Oldu?
Her yıl bu günlerde Facebook, kullanıcılar, yazılım üreticileri ve grup siteleri üzerinden girişim yapacak olanlar için F8 konferansı gerçekleşiyor. Bu konferansın öncesinde, devam süresince ve sonunda her yıl çoğunlukla facebook, instagram ve whatsapp konuşuluyor. Hatta PR şirketleri, daha önceden haberleri medyaya pompalamaya devam ediyor.
Bu yıl da aynen böyle oldu. F8 başlamadan önce Mark Zuckerberg’in karısı Priscilla için yaptığı ve ismi “sleep box” olan bir uyandırma kutusunun konuşmaya başladık. Ana akım medyada her tarafıyla ciddi anlamda yer buldu. Bu dikkat çekmek için yapılmış olan haberin arkasından hem kullanıcılar, hem yazılımcılar hem de girişimciler için ciddi gelişmelerin haberleri bir bir dökülmeye başladı.
Tabii bu dönemde Twitter’ın sessiz sedasız masaüstü kullanıcı arayüzünü değiştirmesi bana biraz rol çalma faaliyeti gibi geldi. Bunu bir süredir donanım dünyasında da sıkça görüyoruz. Apple’ın tanıtım organizasyonu öncesi onunla rekabet etmek isteyen markalar tam o sırada bazı yeni ürünleri piyasaya sürüyorlar.
Kullanıcılar için ne var?
Aslında her şeyden kolayı kullanıcılar için gelenler. Facebook öncelikle uygulamadaki mavi ağırlığından kurtulma kararı aldı. Bu hafta uygulamalarınız güncellendiğinde üst bantın mavi arka planının kalktığını göreceksiniz. Bence bu tip bir değişim “tebdili mekanda ferahat vardır” türünden. Yani çok ciddi bir gelişme değil. Daha geçen günlerde eski bir Apple çalışanı, cep telefonunuzun sistem kaynaklarını en çok yiyen yazılımlar listesinde, 6 uygulamadan ilk sırada facebook ve messenger ile birlikte neredeyse 3 facebook yazılımını saymıştı. Facebook’un bu konuda bırakın bir çözüm üretmeyi konuyu gündeme bile getirmediğini görüyoruz.
Yine Facebook’un messenger’ı yeniden Facebook’un içine alıp, ayrı bir uygulama olmaktan çıkaracağı söyleniyor. Bu gerçekten çok isabetli bir karar olacak. Çevremde birçok kişi messenger ayrı bir uygulama olduğu için kullanmıyor. Mark bunu muhtemelen uygulama mağazalarında en çok kullanılan iki programın sahib olmak için yaptı. Amacına da ulaştı ama bunu sorla yaptığı için kimse bu durumdan mutlu değil. İnternette bu tip platformların içinde bir sohbet uygulaması olması artık bir teamül haline geldi. Bunu dışarı çıkarmak nafile bir çaba.
Bu arada arayüz çalışmaları arasında, Facebook’un instagram gibi sakin bir arayüze dönüştürülmesi konusu da dedikodular arasında.
Yazılımcılar için ne var?
Yazılımcılar için tabii ki bu yılın en önemli teması mahremiyet. F8’de Cambridge Analiytica skandalının daha unutulmadığını net bir şekilde görüyoruz. Bu nedenle Mark mahremiyet konusunda uzun bir konuşma yaptı. Bu konuşmanın bir sebebi de sanıyorum Facebook, Instagram ve Whatsapp arasında kişisel bilgilerin paylaşılacağı konusundaki dedikoduların ayyuka çıkmasıydı. Mark mahremiyet ile ilgili verdiği mesajların arkasına bu konuda bazı sözler de sıkıştırmış gibi görünüyor.
O yüzden bu söylemleri özellikle yazılım konusunda çalışacakların; API üzerinden alınacak haklardan yararlanıp, taklalar attırıp kişisel bilgileri çekmemeleri konsunda aba altından sopa gösterilmesi olarak algılıyorum.
Facebook yazılımcılar için bu yıl çok da büyük yenilikler önermiyor. Daha doğrusu girişimciler için yaptıkları yenilikler, yazılımcılar için de geçerli olacak gibi görünüyor.
Girişimciler için ne var?
Malumunuz, yeni dönemde tek başına çalışan ve kişisel marka haline gelen GIG ekonomisi için teknoloji dünyası birçok ürün üretiyor. Facebook da bu kervana katılanlardan. İlk yenilik influencer’lar için. Instagram üzerinden bir ürünü etiketleyip satmayı mümkün kılan yeni bir satış alanı duyuruldu. Tabii bunun bir benzeri de facebook için duyuruldu. Aslında hem bu hem de yine bu yıl duyurulan bağış sistemi yeni projeler değiller. Neredeyse her yıl instagram üzerinden kolay satış söylentileri çıkıp duruyordu. Bağış sistemi ise Facebook’un ilk versiyonunda yani neredeyse on yıl önce vardı. Ancak bu iki özellik nedense bir türlü popüler hale gelemedi. Instagram’dan satış teknik olarak hiçbir zaman herkesin kolay kullanacağı bir yöntem olmadı. Bu nedenle popüler satış yöntemi en iptidai olanı olarak kalıyordu. Bu iki alanda sonuç alınıp alınmayacağı zamanla görünecek.
Girişimciler için en ilgi çeken alan ise bir haberle ortaya çıkıyor. 2100 yılında toplam facebook hesaplarında o tarihe kadar ölmüş olanların oranı ilk defa sağ olanları geçiyor. Bu da yepyeni bir alanı öne çıkarıyor. Dijital gömülme… Bu konuda yıllar önce bir Amerika’lı girişimden CNNTürk’deki 5N1K programına bahsetmiştim. F8 ile neredeyse aynı zamanlarda o uygulama da hayata geçmiş oluyor. ejournity.com isimli bu site sayesinde öldüğünüzde ortaya çıkması için bir dijital vasiyet oluşturabiliyor, dijital defin işlemlerinizi varsa facebook ve diğer hesaplarınızı atadığınız isimlere iletebiliyorsunuz.
Lipton’un Müşteri İlişkilerinden Ortaya Çıkan Analiz!
Birkaç hafta önce CarrefourSa’nın bir şubesinde alışverişi bitirirken, kasiyerin belli br rakamın üzerinde alışveriş yapmamdan solayı doğan ciddi bir indirim teklifi ile yüzlük Lipton Karadeniz poşet çay aldım. Ne olduysa işte tam da bundan sonra oldu. Öncelikle şunu belirtmem lazım ki, çayı severim. Sosyal medyadan takip edenler bilir, Ronnefeldt Türkiye’ye girmeden önce ve onu bulamadığım yerlerde tercihim Lipton’un Earl Grey’idir. Sosyal medyada Ronnefeldt’i Almanya’dan aldırmak, Earl Grey’in isim hikayesini anlatmak gibi paylaşımlarım oldukça fazla oldu.
Aldığım çay, evimdeki bardak ve kaşıkları neredeyse siyaha boyadı. Bu genelde karşılaştığım bir durum değildi. Aldığım çaylar bardaklarımı boyamaz, renginde değişime biraz sebep olsa da bu durum birkaç yıkamada düzelirdi. Fakat bu sefer kesinlikle düzelmedi. Ben de twitter’a resmini çekip koydum. Amacım şikayet değil, Lipton’u bu konuda uyarmaktı. Bu insan sağlığına zarar veren bir sebepten kaynaklanıyorsa bunu pazarlama ve kalite ekiplerinin araştırmasında büyük yarar olduğuna inanıyordum.
Bir süre sonra beni müşteri ilişkilerinden aradılar. Hanımefendi bana uzun uzun çayın içindeki maddelerden dem vurarak bunun normal olduğunu anlattı. Ben de bunun normal olmadığını, daha önceki hiçbir tecrübemin böyle olmadığını anlattım. En sonunda müşteri ilişkilerinde (aslında muhtemelen bir call center)’da olan hanımefendi bana alışverişi nereden yaptığımı sordu. Ona bütün bilgiyi verdikten sonra benden kutunun üzerindeki numarayı sordu. Ben de kutuyu hiçbir zaman saklamadığımı, ürünleri evimdeki poşet çay kutusuna koyduğumu sonra kutuyu attığımı söyledim. Bu şekilde üründeki problemi bulamayacaklarını söyledi.
Şimdi tam burada; dışarıya ihale edilmiş müşteri ilişkilerinin pazarlamaya nasıl zarar verdiğini görmeye başlıyoruz. Ürünün kalitesi ile ilgili bir geri dönüşü, bozuk ürünü araştırmak yerine, müşteriyi susturma amacına gidiyor. Aslında ürünün hem nakliyesinde hem de üretim bandında hangi tarihte hangi ürünlerin satıldıklarını bulmak mümkün. CarrefourSA’nın sadakat kartından bile buna ulaşmak mümkündü. Ama telefondaki kişi bu bilgiler olmadan bulunamaz deyip kestirip attı.
Akşam konuyu Uğur Özmen ile konuştum. Son dönemde markaların bu tip hataları çokça yaptıklarını söyledi. Sanıyorum bunun en önemli sebebi; müşteri ilişkilerinde ve özellikle de call center tarafında dış kaynak kullanımının artması. Pazarlama müdürleri sorunun kaynağına gitmektense, call center’lara müşterinin avutulmasını öncelikle iletiyorlar. Bu da benim gibi durumların artmasına sebeb oluyor. Aslında ben hikayeyi burada bitirmek niyetindeydim. Çünkü analizlerim beni yıllarca destek olduğum call center’lara çıkarmıştı. Üzülerek söylüyorum, digitürk, Dsmart gibi televizyon platformlarının birer lovemark olmak yerine nefret markasına dönüşmesinde, bu call center’ların kendilerini digitürk ve Dsmart yetkilisi gösterip abone kazanım faaliyetlerinin büyük etkisi var. Bu konuda devlet teşviklerini desteklediğim için kendimi gerçekten çok kötü hissediyorum. Benim amacım sektörün büyümesini sağlamak, bu sayede de burada çalışan gençlerin, oryantasyon sürecinde iyi dil konuşur, iletişimi güçlü insanlar olmasını sağlamaktı. Bu işin bu kadar büyük etik sorunları olduğunu tahmin etmiyordum.
Ben Lipton ile ilgili konuyu tam bitirmek niyetindeyken, twitter hesabıma uzunca bir mesaj geldi. Ne yazık ki hanım kızın telefonda söylediklerinin kelime kelimesine aynısıydı. Demek ki; bu içerde dolaşan bir metindi. Bu da beni çok üzdü. Konuyu tam kapatmak üzereyken yine aynı metni, dalga geçer gibi yeniden yollamak… Bu kurumsal iletişimin nasıl dikkatsizce yapıldığını gösteriyordu. Ben’de bunun üzerine konuyu bir kere daha Netizen TV programımda yorum olarak Lush’ın İngiltere’de sosyal medyadan çekilmesini anlatırken değindim.
İşte tam da bundan sonra ümidi bırakın, lipton ile yaptığım iletişimin nasıl boş bir kuyuya konuşmaktan ibaret olduğunu anladım. Geçen hafta bir hanım kız cep telefonumdan aradı. Son derece nazik bir şekilde uygun olup olmadığımı sordu. Çok mutlu oldum. Sonra beni Lipton’un laboratuvarına davet etti. İşte o anda bütün ümitlerim kayboldu. Zira bir önceki konuşmayı dinlememişti. Beni laboratuvara çağırmayı planlayan kimse işte o da konuşmayı dinlememişti. Dİnleseydi benim nerede yaşadığımı bilirdi. Bunu kimse dinlememişti. Amaç sorunu anlamak ve çözmek değil, benim şikayet etmekten vazgeçmemi sağlamaktı.
Uğur Özmenile konuştuğumda benim ona, onun bana söylediği markalar aklıma geldi. Müşteri ilişkilerinde dış kaynak kullananların buna çok dikkat etmesi gerektiği sonucuna vardım. Zira Apple Türkiye ile sorunlarımı halledemezken, Apple global ile her sorunumu kolayca halletmemi nasıl açıklayabilirdim?
Belki de ben Lipton Türkiye ile iletişime geçerek yanlış yaptım!
Babıali’deki Cinayeti Görgü Tanığı Yazıyor!
Facebook Messenger’ı Artık Bıraksın.
Celestron Mikroskop, Ürün Tanıtımı
Mavi Balina oyununa erişimi BTK neden engellemiyor?
Danışmanları yeni adresi Eksperin.com
Ürün inceleme: Zyxel Wireless Extender WRE6602
Pancar Mı Mısır Şurubu Mu?
Hep söylerim: keşke sağlık sektörü de teknoloji gibi hızlı gelişse de daha sağlıklı bir nesil yetişse. Ancak malum her ilacın yan etkilerinin bile 10 yıl geçmeden anlaşılamadığı bir sektörden hı beklemek çok zor. Tabii sağlığın kaynağı beslenme devamında da tarımdan, endüstriye her alan bundan fena halde etkilenmekte. Bu da ister istemez soru işaretleri ve tartışmaları beraberinde getirmekte. Geçenlerde Besim Üstün’ün mısır şurubu konusunda yazdığı yazı da tam bu cinsten. Hem obezite hem de diyabet gibi iki konuyu içerdiği için de sektörün tam ortasına bomba gibi düştü.
Besim Üstün’ün yazısı şu şekilde:
“Öcüleştirilen Mısır Şurubu Tüm Kategoriyi Küçültüyor!
Bugün size insan beyninin “kısa yol” oluşturma doğasının nasıl çalıştığını ve sektörlerin ekonomik değerlerini nasıl etkilediğini anlatayım diyorum.
Öyküm Amerika’dan.
Bira devi Anheuser- Busch’un markası Bud Light yakın rakipleri Miller Lite ve Coors Light’a mısır şurubu kullandıkları için reklamlarıyla saldırıyor, mısır şurubunu (yüksek fruktoz), sembolik olarak adeta şeytan haline getiriyor.
Amerika’da subjektif karşılaştırmalı reklam serbest biliyorsunuz. Ama gelin görün ki Amerikan bira pazarında Bud Light’ın yaptığı kendine yaramıyor tüm kategoriyi ve geleceğini adeta çöküşe görürüyor kötülenen kategoriden kendi de sağ çıkamıyor.Neden?
Daniel Kahneman’ın kendisine Nobel ödülü kazandıran çalışması Hızlı ve Yavaş Düşünme’yi okursanız nedeni de anlarsınız.
Bud Light farkında olmadan tüm bira sektörünün kötü olduğuna dair “kısa yol” yani hızlı düşünme şekli oluşturuyor ve tüketici o kategoride kimin sözde iyi olacağını düşüneceği yerde herkesi defterinden siliyor başka kategoriye geçiyor.
Son yıllarda Bud Light, Miller Light ve Coors Light markaları ciddi pazar payı kayıpları yaşıyor. İlk ikisi % 25 Pazar kaybederken daha ucuz biraz Coors’un pazar payı kaybı % 13. Mısır Şurubu öcüleştirmesi ise bira pazarını tüm oyuncular birlikte küçülttükçe küçültüyor.
Peki mısır şurubu (fruktoz) gerçekten bu kadar tehlikeli mi? Değil zaten kullanımı yasak değil. Bu nedenle Bud Light da bunu doğrudan söyleyemiyor. Çünkü şekerin fazla kullanımı dünya sağlık örgütü tarafından bir takım kurallara bağlansa da, ölçüler getirilse de glikoza karşı fruktozun (ki % 50’si glikoz) öcü olduğuna dair kesin bir kanıt yok.
Obezite ile bağı konusunda bazı sonuçlar var ama bunlar meta analizle kesin bir sonuca bağlanmış değil. Bu bağı bulana da milyar dolar veriyorlar zaten. Ama henüz bulunamadı!.
Hatta fruktoz’un tip 2 diyabet için daha iyi tatlandırıcı (https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/22723585) olduğunu ortaya koyan araştırmalar bile var. Çok yakında tereyağ gibi bazıları “ya yanılmışız, güvenli diyenler haklıymış” sonucu çıkarırsa da kimse şaşırmasın..
Peki Bud Light böyle kesin kanıt yokken ve de rakiplerin söz konusu ham maddeyi kullanmaları yasak değilken niye böyle aptallık yapıyor? Niye kendi glikozunu övmüyor, yararlarını anlatmıyor. Çünkü başka bir “kısa yol” bilgisini farkında olmadan kullanmaya çalışıyor.
Birşeyin tehlikeli olmadığını anlatmak kimseye fayda sağlamıyor ve bu konuda inandırıcılık çok zor.
Ama bir şeyin tehlikeli olduğunu söylemek ise pazarlamacı, reklamcı için çok çekici ve kolay.. Ama yanlış! Çünkü herkesi kötü diye karaladığın yerde sen de iyi algılanmıyorsun
Bud Light’ın kendi sektörünün ekonomisine verdiği zararı okurken kuşkusuz Türkiye’den “biz şeker pancarı kullanıyoruz onlar mısır şurubu” diyerek yaptığı iletişimle mısır şurubunu öcüleştiren, rakiplerine saldıran Konya dolaylarından bir marka geldi aklıma.
Sanırım o da kendi ayağına sıkmak ve sektör ekonomisine darbe vurmak yani tamamen küçültmek istiyor. Bir tür sektör trollemesi yani aynı Bud Light’ın yaptığı gibi..
Sektörü karalayıcı iletişimin kimseye yaramadığını, aksine herkesi birlikte küçültüğünü bu yazıdan sonra da hala görmemek için pazarlama körü mü olmak gerekiyor acaba? Bakalım göreceğiz. “
Yazının etkisi ne olacak onu da biz yakında göreceğiz.