Alman düşünür Ferdinand Tönnies’in Cemaat ve Cemiyet Kitabı Türkiye’de İlk Kez Yayınlandı

Alman düşünür Ferdinand Tönnies “Cemaat ve Cemiyet”te, topluluk ile toplum kavramlarını karşılaştırmalı olarak anlatıyor. Türkiye’de ilk kez VakıfBank Kültür Yayınları’nın okura sunduğu eserde Tönnies, bu iki kolektif yaşam düzeninden ilkinin temel iradeyle şekillenip inanç ve örf tarafından geliştirildiğini, ikincisinin ise akılcı irade vasıtasıyla uzlaşmaya dayalı olduğunu, yasalarla da koruma altına alındığını söylüyor.

Sosyoloji disiplinin kurucularından Alman düşünce adamı Ferdinand Tönnies, “Cemaat ve Cemiyet” isimli kitabında, çalışmasına adını veren bu iki kavramı geniş bir perspektifte değerlendiriyor. Tönnies, beraberlik duygularının kök saldığı cemaatlerde “topluluk” ruhunun, bireyselliğin ön plana çıktığı cemiyetlerde “toplum” anlayışının kabul gördüğünü söylüyor.

Türkiye’de ilk kez VakıfBank Kültür Yayınları tarafından yayımlanan, çevirisini Emre Güler’in yaptığı kitapta Tönnies, kavramları modern dünyaya geçiş ekseninde analiz ediyor; adaptasyonun nedenleri ve sonuçlarını değişen yaşam koşulları ile farklılaşan ilişkilerle beraber yorumluyor.

132 yıl sonra Türk okurla buluştu

Günümüzden 132 yıl önce kaleme alınan çalışma, yazımında diyalektik yöntemin benimsendiği iç içe geçen üç kitaptan oluşuyor. İlk kitapta topluluk ve toplum teorileri aktarılıyor. İkinci kitapta karşıtlıklarıyla insan iradesi ve dönüşümü, üçüncü kitapta da mülkiyet kavramı doğrultusunda hukuki yapılar ile toplumsal yaşayış biçimleri açıklanıyor. Tönnies, tüm bunları ortaya koyarken Immanuel Kant, Thomas Hobbes ve Baruch Spinoza gibi önemli düşünürlerin görüşlerinden besleniyor.

Her ilişki denge üstüne kurulu

Kitapta insan iradelerinin pek çok farklı biçimde etkileşime girdiğini belirten Tönnies, ilişkilerin karşılıklı yaşandığını, bir tarafın aktif veya zorlayıcı, diğerinin pasif veya uysal olduğunu söylüyor. Tönnies şöyle devam ediyor: “Her ilişki içerisinde birlik ve çeşitlilik arasında bir dengeyi barındırmaktadır. Bu, insanların enerji ve iradelerinin ifadeleri olarak görülebilecek karşılıklı teşvik, görev ve başarıların paylaşımından oluşmaktadır. Bu olumlu ilişkinin ortaya çıkardığı, birleşmiş bir canlı varlık olarak hem içe hem dışadönük işlediği tasavvur edilen toplumsal gruba birlik adı verilir.” Kırsaldan kente yerleşimle birlikte, toplulukların topluma evrildiğini dile getiren Tönnies, toplumun geçici ve yüzeyselliğine dikkat çekerken topluluğun samimi ve kalıcı bir yaşam olduğunu vurguluyor: “Dolayısıyla toplum yapay ve mekanik bir bütün, topluluğun kendisiyse canlı bir organizma olarak anlaşılmalıdır.”

Aile, mülkiyet, ticaret, hukuk…

Tönnies’e göre topluluklar birbirini ayıran her şeye rağmen bir arada kalıyor, toplumlar ise birbirini bağlayan her şeye rağmen ayrı duruyor. Tönnies bu iki zıt kolektif düzeni şöyle sonuçlandırıyor: “Birisi özü itibarıyla temel bir irade uyumuna dayanır, din ve örf tarafından geliştirilip büyütülür. Ötekisiyse uzlaşmaya dayalı biçimde bir araya gelen ve birleşen akılcı iradeye dayanır, siyasi mevzuatlarla güvence altına alınır, güttüğü politikalarla bu politikaların icazetini kamuoyu görüşünden elde eder.” Dahası, ikisinin de bünyesinde birbirine zıt hukuk sistemlerinin yer aldığını ifade eden Tönnies, toplulukların kökeninde aile, birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen normlar sistemi ve arazi mülkiyetinin bulunduğunu açıklıyor: “İkinci sistem aynı zamanda, tüm bileşim ve karmaşaları içerisinde akılcı bireylerin ayrı kimliklerini muhafaza etmeye adamış olan pozitif bir hukuk sistemidir. Doğal temeli, ticaret ve benzer faaliyetlerin resmi düzenlenmesinde yatar.”

VBKY’den çıkan “Cemaat ve Cemiyet”, bireylerin davranışlarının değişim ve gelişiminde hangi unsurların ön planda olduğunu sosyal yapılar doğrultusunda değerlendiriyor. “Cemaat ve Cemiyet” yalnızca Tönnies’in düşünce evrenini değil, ardından kendisini izleyen Alman sosyoloji geleneğini de anlamak açısından önemli bir başucu kaynağı.

Künye

Eser adı: Cemaat ve Cemiyet

Yazar: Ferdinand Tönnies

Yayıncı: VBKY

Sayfa sayısı: 456

Fiyatı: 35 TL

VakıfBank Kültür Yayınları (VBKY) hakkında

Milli sanat yaşamımızı evrensel açıdan zenginleştirmek, kültürel değerlerimizi de yaygınlaştırarak gelecek nesillere aktarmak amacıyla yayın hayatına başlayan VakıfBank Kültür Yayınları, nesillerdir büyük, güçlü ve köklü bir aile olarak yoluna devam eden, vakıf kültürünün bugünkü emanetçisi VakıfBank’ın bünyesinde 2018 yılında kuruldu. “Ve Benzersiz Kitap” ilkesiyle hareket eden VBKY, kitapseverlere beşeri bilimler ile klasikler ağırlıklı altyapısı güçlü ve edebi eserler sunuyor.

Kitap: “Bir Vizyonun Mimari Anatomisi”

Yemeksepeti 2017 yılında Erginoğlu & Çalışlar Mimarlık ile beraber yeni ofisi Yemeksepeti Park’ı hayata geçirmişti. İki şirketin iş birliği ile bu ilham verici ofis, ‘yemeksepeti.ofis: Bir Vizyonun Mimari Anatomisi’ adıyla kitaplaştırıldı.

yemeksepeti.ofis: Bir Vizyonun Mimari Anatomisi’, içerik açısından bir yandan doğru iş birliğinden doğan sonuçları gösterirken bir yandan da iş yerindeki verimliliğin başarıya olan etkisine yönelik sonuçlarını örnek bir vaka olarak görselleştirildiği bir kitap olarak öne çıkıyor.

Yem Yayın’dan çıkan yemeksepeti.ofis: Bir Vizyonun Mimari Anatomisi’ kitabı, alışılagelmiş pazarlama ve girişimcilik kitaplarından farklı bir üslup ve tasarım yaklaşımıyla, türünün ilk örneği olarak dikkat çekiyor. Kitapta Yemeksepeti’nin Erginoğlu&Çalışlar Mimarlık tarafından hayata geçirilen son iki ofisinin sıra dışı tasarım yolculuğu okuyucular ile paylaşılıyor. Kitapta şirket büyütme, pazarlama, kurum kimliği, kurum kültürü gibi başlıkların mimari ile ileri taşınması aktarılıyor.

İşverenden, girişimciye, tasarımcıdan, mimara, yöneticiden, öğrencilere kadar her alandan kişiye ilham verecek kitap, farklı alanlarda başarılı olmuş fakat aynı noktada buluşabilmiş iki şirketin başarılarının iç içe sunulduğu ve iş birliği ile yaratılan dönüşüm hikayesini anlatan bir tasarım ve yapım macerası olarak raflardaki yerini aldı.

Yem Yayın’dan çıkan ‘yemeksepeti.ofis: Bir Vizyonun Mimari Anatomisi’, tüm önemli kitap satış noktalarında okuyucular ile buluşuyor.

Sürecin tanıkları kitaba yön veriyor

Yemeksepeti’nin son ofisi Yemeksepeti Park’a kadar uzanan, yıllar içerisindeki dönüşüm hikayesinin sunulduğu bu kitapta bir yandan okuyuculara ufuk açıcı ve tamamen şeffaf tasarım süreci gösterilmek istenirken bir yandan da diğer şirketlere örnek teşkil etmek hedefleniyor. Yemeksepeti’nin son iki ofisinden görsel malzemelerle zenginleştirilmiş tasarım odaklı iş birliğinin sonuçlarının sergilendiği kitabın en ilgi çekici özelliği ise, iki kurumdan da projelere doğrudan katkıda bulunmuş çalışanların sürece dair gördüklerini ve yaşadıklarını anlatmış olmaları.

‘Mutlu bir çalışma hayatı için yapılan işi sevmek yetmiyor, nasıl bir ortamda çalışıldığı da önem taşıyor.’

Çalışan odaklı yeni nesil ofislerin Türkiye’deki temsilcilerinden biri olan Yemeksepeti için bu kitap çalışanına verdiği değeri kanıtlar nitelikte. Kurumun başarısı da çalışanların günlük iş ortamındaki stresinden uzaklaşmasını sağlayan yenilikçi ofis ile çalışan verimliliğinin artırılmasından geliyor.

Modern toplumlarda çalışanların günün önemli bir bölümünü, hatta evde geçirilen süreden fazlasını ofiste geçirdiklerini söyleyen Yemeksepeti CEO’su Nevzat Aydın: ‘Mutlu bir çalışma hayatı için yapılan işi ve mesleğini sevmek yetmiyor, nasıl bir ortamda çalışıldığı da önem taşıyor. Bugün çalışma ortamının çalışan verimliliğini en çok etkileyen faktörler arasında olduğu bir gerçek. Bizim yenilikçi çalışma ortamımız Yemeksepeti Park’ın dönüşüm hikayesini anlatan ‘yemeksepeti.ofis: Bir Vizyonun Mimari Anatomisi’, eğlenceli ve samimi diliyle diğer mimari kitaplardan farklılaşıyor. Her alandan bireye ilham niteliğindeki kitabımız iki şirketin deneyimlerini birleştirerek ortaya nasıl verimli sonuçlar çıkarabileceğini gösteriyor’ dedi.

Kurum kültürünü bu düşünce yapısıyla şekillendiren Yemeksepeti, işyerindeki verimden kazanılan meyvelerin bir tasarım öyküsüne dönüştüğü kitabı ile bir yandan işveren ve tasarımcı arasındaki bağın başarılı sonuçlar doğurduğu bir yandan da çalışma ortamının kurumsal itibarı yükselttiği mesajlarını okuyucularına veriyor.

‘Her aşamada şeffaf ve işverenle dost olmak kendiliğinden daha fazla yaratıcılık da getiriyor’

Her kurumun bir insan gibi karaktere sahip olduğunu belirten Yemeksepeti Park mimarı Kerem Erginoğlu: “Yemeksepeti Park için genel çalışma prensibimize uygun olarak önce şematik tasarımla başladık. Sonra bina yönetimini kurguladık, ardından da işlev ve estetik üzerine çalıştık. Amaç Yemeksepeti’nin ruhunu yakalamaktı. İşverenle ne kadar yoğun temasımız olursa bu o kadar mümkün oluyor. Birlikte çalışmak ve birlikte bütçe değerlendirmek, her aşamada şeffaf ve işverenle dost olmak kendiliğinden daha fazla yaratıcılık da getiriyor” dedi.

Türkiye’nin en yenilikçi Ofisi

İstanbul, Levent’te 10 bin m2’lik bir alanda konumlanan Yemeksepeti Park, yaklaşık 6 ayda tamamlandı.

5 kattan oluşan Yemeksepeti Park’ta tüm mimari detaylar ev konforunda ofis deneyimi yaratmak amacıyla tasarlandı. 7/24 yaşayan, enerji dolu bir ofis ortamını yansıtmanın yanı sıra Yemeksepeti kurum kültürünün en önemli öğeleri olan ‘şeffaflık’ ve ‘dinamizm’in tüm ofiste yansıtılması da hedeflendi.

Ofiste, uyku odaları, kafe, oyun odaları, kütüphane, fotoğraf stüdyosu, salıncaklar, bilardo masası, masa tenisi, spor odası, satranç, Playstation odası gibi alanlar hem konforu hem de işlevleri göz önünde bulundurarak tasarlandı.

Farklı zevklere ve tarzlara aynı anda hitap edebilecek bir ortak değer anlayışıyla tasarlanan Yemeksepeti Park, Türkiye’deki dinamik ofis anlayışına yeni bir boyut getirdi.

Künye:

yemeksepeti.ofis – Bir Vizyonun Mimari Anatomisi

YEM Yayın

Yayın Koordinatörü: Gülçin İpek

Editör: İzzeddin Çalışlar

Grafik Tasarım: Yeşim Demir

1. Baskı, Ocak 2019

Türkçe, 264 sayfa

Sert kapaklı, ciltli, 18×24 cm

Kitap Tanıtımı: Amerika’nın Keşfinden Küreselleşmeye Kısa Dünya Tarihi: 1493

Değersiz görülen patates, nasıl oldu da önce tüm Avrupa’daki yoksulları besleyip

sonra milyonları mezara gönderdi?

Tütün çılgınlığı Avrasya’ya nasıl dalga dalga yayıldı?

Kauçuk sanayileşmeyi nasıl tetikledi?

Sıtma, kölelik ve Amerikan Bağımsızlığı arasındaki bağlantı nedir?

On altıncı yüzyıl Bolivya’sının gümüş dağları, Çin ve İspanyol İmparatorluğu’nun

ekonomik kaderini nasıl şekillendirdi?

Geçmişe ekoloji ve ekonomi tarafından yönlendiri­len yoğun, bütünleşik bir yer gözüyle bakıyoruz artık. Bu, kahra­man gezginlerin, dâhi mucitlerin ve teknolojik veya siyasi üs­tünlükler kazanan imparatorlukların hikâyeleriyle büyüyen insanlara şaşırtıcı gelebilir. Yine de, geçmişin bu şekilde görülmesinde bir ihtişam var. Bu, her bir bölgenin in­sanlığın hikâyesinde bir rol oynadığını ve hepimizin bu geze­gendeki hayatın daha büyük ve karmaşık gelişimine katkıda bulunduğunu hatırlatıyor.

“Bu kitap tüm dünya hakkında yazılmış olsa da her şey bir bahçede başladı,” diyen Mann, 1493adlı kitabında dünya tarihine yön veren büyük sıçrayışlara dikkat çekiyor.

(Kitaptan Alıntı)

KOLOMB’U ÖLDÜREN NEYDİ?


La Isabela’da çaresizce susuz kalan keşif ekibi nehirlerden su içti. Bazı araştırmacılar, Kolomb ve adamlarının tropikal Amerika’ya özgü bir bakteriden kay­naklanan “şigelloz” hastalığına bu yüzden yakalandıkları­na inanıyorlar.

Şigelloz bakterisi, dışkılarda, hayvanların ve insanların katı atıklarıyla taşınır. Kirli su vasıtasıyla yeni konaklara gi­rebilir. Bakteriden etkilenen insanlar, bir özbağışıklık sis­temi hastalığı olan Reiter sendromu geliştirebilir. Reiter sendromundan mustarip olanlar, gözleri ve bağırsakları da dahil olmak üzere bedenlerinin büyük bölümleri şişmiş ve iltihaplanmış gibi hissederler. Kolomb, La Isabela’ya vardıktan birkaç ay sonra bu belirtilere şiddetle maruz kaldı. Yazıları, bu ıstırabının acı dolu ataklarla yıllar boyu düzensizce devam ettiğini, bazen göremediğini ya da yü­rümediğini, bazen gözlerinin kanadığını ortaya koyuyor. Reaktif artrit olarak da bilinen Reiter sendromu konusun­da uzman olan Dr. Frank Arnett, “Çoğu insan Kolomb’un eli ayağı tutmayan bir adam olarak öldüğünün farkında değil,” diyor. “Yatalak kalmıştı. O kadar çok ağrısı vardı ki, ne yazı yazabiliyor ne ayakta durabiliyordu. Çok has­taydı.”

Reiter sendromu her zaman ağrılı ve bazen de ölüm­cüldür. Bazı biliminsanlarının inandığı üzere, yıllar sonra elli dört yaşındayken Amiral’in ölümüne bu sebep olduy­sa ve sendromun nedeni şigelloz enfeksiyonuysa, Kolomb bizzat Kolomb Takası’nın ilk kurbanlarından biri oldu.

Kitap Hakkında Yorumlar:

“Mann bir tarihçi olarak hem geniş ölçekli araştırmaları ve müthiş zekâsı hem de biyolojik hassasiyetiyle hayranlık uyandırıyor. Öyküsünün her noktasında, insanların işgal ettikleri geniş çevredeki faaliyetlerini en ön planda tutuyor.” —The Wall Street

1493, ilgi çekici hikâyeleri ve hayret veren bilgileriyle, kurgudışı kitapları sevenlere muazzam bir keyif sunuyor… Mann birçok açıdan çok kaliteli bir yazar: Tarafsız, sürükleyici, kendine has deyimlerle dile katkıda bulunuyor… Mann dünyayı çok seviyor ve ona sahip çıkıyor.” —Science

“Mann bu nefes kesici öyküsünü anlatırken heyecanını asla kaybetmiyor… Dünyanın farklı kısımlarının küresel işleyişi nasıl şekillendirdiği, özgün bir bakış açısıyla, ustaca değerlendirilmiş.” —Financial Times

 

Zorbalığa Karşı İyilikten Ayrılmayın

rkçılık ve zorbalığa karşı özgürlük yolunda nasıl bir adım atmak gerekiyor? Tolstoy mutlak olarak direnmemeyi, Gandhi şiddetsiz direnişi savunuyor. İkisinin ortak noktası iyiliği kutsamaktan geçiyor. Türkiye’de ilk kez VakıfBank Kültür Yayınları’ndan çıkan “Tolstoy Gandhi Mektuplaşmaları”nda, düşünce tarihine yön veren iki önemli ismin fikir ayrılıkları ile mektuplarla ortaya seriliyor.

Tolstoy ve Gandhi: Zorbalığa karşı iyilikten ayrılmayın

Irkçılık, sömürü ve zorbalığa karşı özgürlük yolunda nasıl bir adım atmak gerekiyor? Tolstoy mutlak olarak direnmemeyi, Gandhi şiddetsiz direnişi savunuyor. İkisinin en büyük ortak noktası ise iyiliği kutsamaktan geçiyor. Türkiye’de ilk kez VakıfBank Kültür Yayınları’ndan çıkan “Tolstoy Gandhi Mektuplaşmaları”nda, düşünce tarihine yön veren iki önemli ismin fikir ayrılıkları ile uzlaşımları mektuplarla ortaya seriliyor.

Şiddet karşıtı görüşleri ve eylemleriyle dünya düşünce tarihine altın harflerle kazınan Rus yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy ile Hindistan’ın ruhani lideri Mahatma Gandhi, 20. yüzyılın ilk yıllarında mektuplaşmaya başladı. Kötülük karşısında ahlaki mükemmeliyetçilikten taviz verilmeden nasıl mücadele edilebileceği bu yazışmalarda detaylandırıldı. VakıfBank Kültür Yayınları’nın (VBKY) yayımladığı “Tolstoy Gandhi Mektuplaşmaları” isimli kitapta iki fikir adamının mektupları, faaliyetleri, hayatlarından önemli kesitler ve düşünceleri aktarılıyor.

Türkiye’de ilk kez okura sunulan kitapta ayrıca Tolstoy’un ‘Bir Hindu’ya Mektup’u, Gandhi’nin kurduğu Tolstoy Çiftliği’nin ayrıntıları ve Tolstoy’un Indian Opinion Gazetesi’nde yayımlanan Vefat İlanı yer alıyor.

Suikasta kurban giden bir lider

30 Ocak 1948’de suikasta uğrayarak yaşamını yitiren Gandhi, hayatı boyunca sömürü düzenine karşı başkaldırdı ve vatandaşlık haklarını savundu. Gandhi, düşüncelerinden çok etkilendiği Tolstoy’a ise ilk defa 1909’un Ekim ayında yazdı. Ancak bu mektubu yazmasının nedeni felsefe konuşmak, İngiltere’nin o yıllarda her açıdan etkisi altına aldığı Hindistan’ın durumunu tartışmak veya siyasi herhangi bir gerginliği masaya yatırmak değil! Gandhi’nin mektubunun amacı; o sıralar eserleriyle Avrupa’nın en çok konuştuğu yazar Tolstoy’un Hintli bir devrimciye kaleme aldığı, Hindistan’ın özgürlüğe kavuşması adına tek yolun şiddeti tamamen reddedip sevginin yasasını kabul etmek olduğunu öğütleyen mektubunu tercüme ettirmek. Ve yayımlanması hususunda iznini istemek. Bu mektubun 20 bin kopyasını bastıran Gandhi, sonraki süreçte Tolstoy Çiftliği’ni de kuruyor. Kitapta bu ayrıntılar satırlarda yer ediniyor.

Direnme yöntemleri farklı

Mektuplar aracılığıyla birbirlerine görüşlerini anlatmaya devam eden Tolstoy ile Gandhi’nin konuşmalarının ortak noktasında “sevgi” temel alınıyor. Şiddetin her türlüsüne karşı çıkılarak kötülük karşısında şiddetsiz direniş savunuluyor. Ancak iki fikir adamının üslupları farklı. Kitapta, “Gandhi, Tolstoy’dan hem devlet ve ulusa dair olumlayıcı tavrıyla hem de kötülüğe karşı faal olarak direnilmesi gerektiğine dair inancıyla ayrılıyordu” deniliyor. Gandhi şiddetsiz eylemi devlet politikalarını değiştirmenin bir yolu olarak görüyor. Tolstoy, her açıdan ve her şeye karşı direnilmemesini, cebre dayalı tüm eylemlerin yasaklanması gerektiğini söylüyor, inancın temelinde Sevgi Yasası’nın olduğunu belirtiyor. İki isim de ırkçılık ile zorbalığa, silah satıcılarına, zenginliğe ve sömürü düzenine karşı çıktığını açıkça dile getiriyor.

“Tolstoy Gandhi Mektuplaşmaları”, gerek içeriği gerekse de iki düşünce insanının saptamalarını yalın bir dille okura ulaştırması açısından önemli bir eser. Kitabı okurken Tolstoy ile Gandhi’nin yaşadıkları yıllarda hangi zorluklara göğüs gerdiklerini öğrenecek, ahlaki mükemmeliyetçiliğin detaylarına ulaşacaksınız.

Künye

Eser Adı: Tolstoy – Gandhi Mektuplaşmaları

Yazar: Lev Nikolayeviç Tolstoy & Mohandas K. Gandhi

Sayfa sayısı: 96

Fiyatı: 14 T

Kitap Tanıtımı: Nobel Barış Ödüllü Nadia Murad’ın Öyküsü; SON KIZ

Nadia Murad, Kuzey Irak’ta küçük bir kasaba olan Koço’da doğup büyümüştü. Çobanlık ve çiftçilikle yaşamını sürdüren sıradan bir Ezidi ailesine mensuptu. Okula gidiyor, tarlada çalışıyor, tarih öğretmeni olmak ya da bir kuaför salonu açmak gibi hayaller kuruyordu.

Nadia henüz yirmi bir yaşındayken, 15 Ağustos 2014 günü bu kendi halindeki yaşamı bir anda sona erdi. IŞİD militanları köyünde yaşayan halkı katletti: Erkekleri ve seks kölesi olamayacak kadar yaşlı olan kadınları öldürdü. Nadia’nın annesi ve altı ağabeyi de öldürülenler arasındaydı ve bedenleri toplu mezarlara atıldı. Nadia, Musul’a götürülerek binlerce Ezidi kızı ile birlikte IŞİD’in köle pazarlarında satıldı. Birçok militan tarafından tutsak edildi, defalarca tecavüze uğradı ve dövüldü. Nihayet Musul sokaklarında kıl payı kaçmayı başardı ve en büyük oğullarının Nadia’yı kurtarmak uğruna hayatını tehlikeye atacağı Sünni Arap bir ailenin yanına sığındı.

Nadia’nın hikâyesi tüm dünyanın dikkatini süregelen soykırıma çekti. Bir hikâyeden çok daha fazlası; insanın hayatta kalma dirayetinin bir kanıtı, kayıp bir ülkeye ve savaşla paramparça edilen bir halka serenat, tüm dünya için bir harekete geçme çağrısı ve soykırım mağdurları için umut ışığı oldu. Son Kız dünyada başka hiçbir kız aynı acıları yaşamasın diye yazıldı.

İnsan hakları avukatı olarak çoğunlukla işim susturulanların sesi olmaktır; örneğin hapisteki gazetecilerin ya da mahkemede mücadele veren savaş suçu kurbanlarının… Onu kaçırıp köle yap­tıklarında, ona tecavüz ve işkence ettiklerinde ve bir gün içinde ailesinin yedi ferdini birden öldürdüklerinde de şüphe yok ki IŞİD, Nadia’yı susturmayı denemişti. Ama Nadia susturulmayı reddetti. Hayatın ona verdiği bütün etiketlere karşı çıktı: Yetim. Tecavüz mağduru. Köle. Mülteci. Bun­ların yerine yenilerini yarattı: Sağ kalan.”

– Amal Clooney

NADIA MURAD, Václav Havel İnsan Hakları Ödülü ile Sakharov Ödülü’nü kazanmış bir insan hakları akti­vistidir ve Birleşmiş Milletler tarafından İnsan Ticare­tinden Kurtulanların Onuru İçin İyi Niyet Elçisi ilan edilen ilk kişidir. Soykırımdan ve insan ticaretinden kurtulanların iyileşmesine ve hayatlarını yeniden kur­malarına yardımcı olmak için Nadia Initiative adlı or­ganizasyonu kurmuştur. IŞİD’i soykırım ve insan hak­ları suçlarından yargılanmak üzere adaletin karşısına çıkarmak amacıyla Ezidi hakları organizasyonu Yazda ile birlikte çalışmalarını sürdürmektedir.

SON KIZ / ESARETİMİN HİKÂYESİ VE IŞİD’LE MÜCADELEM

Yazar: Nadia Murad

Çeviren: Peren Gülmez

Tür: Kurgu dışı / Anı

Yayım Tarihi: Şubat, 2019

Sayfa Sayısı: 304

Fiyat: 30 TL

Kitap Tanıtımı: Kırıl – Değiş – Güçlen – Umursama – Gülümse

Yazar Sevda Türküsev’in yaşanmışlıklarından hareketle kendini cesur bir şekilde ortaya koyduğu yeni kitabı Yıkılmadım Ayaktayım, bir kadının varoluş mücadelesini bazen güldüren bazen de düşündüren hikayelerle anlatıyor.

Deneyimleriyle okuyucuya farklı bir pencere açan yazar Sevda Türküsev, sevgi, aile, inanç, paylaşım, acılar ve kayıpları harmanladığı Yıkılmadım Ayaktayım kitabında, insanın gittikçe yalnızlaştığı dünyada aslında hiç de yalnız olmadığını vurguluyor. Etkileyici, akıcı ve esprili bir anlatımla kitabını okuyucularla buluşturan Sevda Türküsev, hikayesini yeniden yazmak isteyenlere eğlenceli tavsiyeler ve formüller de veriyor.

Bir solukta okunacak yeni kitabında “hayal dünyanı kitabın içine al” ve “takıl peşime” diyen Sevda Türküsev, okuyucularına kitabı okurken ellerinde bir kalem olmasını, kenar boşluklarına hayal dünyalarını da çizmelerini öneriyor.

Bütün zorluklar sen mutlu ol diye var diyen Türküsev: “Kırılmalara ve üzülmelere karşı “DİK DURABİLMEK” değişimin en önemli adımıdır. Çünkü insan KIRILDIKÇA güçlenir, değişir; değiştikçe kendi ayakları üzerinde durabilir. Unutma eğilirsen basamak, dik durursan sığınak olursun. Formülümüz KIRIL – DEĞİŞ – GÜÇLEN – UMURSAMA VE GÜLÜMSE… Dön çocukluğuna; giy çocukluğunun ayakkabılarını, al sırtına heybeni, koy içine hayallerini, umutlarını, acılarını, uğradığın haksızlıkları ve inancını. Derin bir nefes al ve takıl peşime! Başla kendi hikayeni yazmaya ve hayatını yaşamaya. Bu senin hikayen, UNUTMA!” dedi.

Kitap Tanıtımı: ”Ben De Seni Sevmiyorum”

Büyük şehirlerden birinde yalnız yaşayan, kendi ayakları üzerinde durabilen, işinde başarılı, bakımlı, iyi eğitimli bir kadın… İsteyip de elde edemediği tek bir şey kalmış, gerçek aşk! Tabii bir de mutlu bir evlilik…

Bu hikâye çok tanıdık değil mi? İşte bu hikâyenin kahramanı Defne de öyle. Belki çok yakınımızdaki biri belki de biziz bu kahraman. Peki, kahramanımız kendine, sağlığına, isteklerine mi öncelik verecek yoksa kurbağalardan prens yapmak için çalışmaya devam mı edecek? Aşktan ve ilişkilerden usanıp bir köşeye mi çekilecek yoksa denemeye devam mı edecek? Kurduğu hayallerin yıkılmasına izin mi verecek yoksa yaşadıklarını olgunlukla karşılayıp yoluna devam etmeyi mi öğrenecek?

Oben Budak yeni kitabı Ben de Seni Sevmiyorum’da modern kadının yaşamındaki sorunları ustalıkla tahlil ediyor ve bu sorunların üstesinden gelebilmek için geçilmesi gereken yollara küçük işaretler bırakıyor. Ben de Seni Sevmiyorum Destek Yayınları’ndan çıktı.

Arka kapaktan:

Kahramanımız Defne fena halde bizden biri. Aşk istiyor bir kere, gerçek aşk. Sonra mümkünse evlenmek istiyor. Bıkmış artık milletin düğününe gitmekten biliyor musun. Biliyorsun, biliyorum.

Panik içinde; hep ileriyi düşünüyor, yalnız kalmaktan korkuyor. Güzelmiş, başarılıymış, şöyleymiş böyleymiş hiç fark etmiyor. Liseden beri öptüğü kurbağaları anlattıkça ona üstün azim ödülü veresi geliyor insanın.

Sonunda farklı bir yol seçiyor Defne. “Nefes al, nefes ver, geçecek bu durum biliyorum” demeyi öğreniyor. Astrolojiyle ilgileniyor; yogaya, nefes terapisine gidiyor; binbir kitap okuyor; bilumum kişisel gelişim atölyesine katılıyor; sağlıklı beslenmeye, vegan olmaya kafayı takıyor filan derken zaman zaman beynini yiyor.

En azından artık balonun havalanması için sepetteki ağırlıklardan kurtulmak gerektiğini biliyor ve başlıyor gereksiz herkesi çöpe atmaya, özellikle de onu aşağı çekenleri. Arada “Hafifleyip gökyüzüne çıkarsam belki bir Yunan tanrısı beni fark eder, neden saolmasın?” diyerek hayallere kapılsa da ne aşktan vazgeçiyor ne de benliğinden. Hâl böyleyken “Kendini arayan derviş muradına erer” diyebilir miyiz? Deriz, deriz.

Oben Budak’ın yeni kitabı Ben de Seni Sevmiyorum’da kendini bulmaya çalışan Defne ile birlikte bol bol âşık olacak, gülecek, kızacak, hayal kırıklığına uğrayacak, çok şey öğrenecek, eh biraz da hüzünleneceksin.

Kabul, “rakı, Sezen ve hüsranizm” candır ama şu da bir gerçek ki sen ancak sen olursan hayat güzel.

Satın Almak İçin

 

KitapTanıtımı: “Radikal Aydınlanma ve Modern Demokrasinin Kökenleri”

Britanyalı tarih profesörü Jonathan Israel “Radikal Aydınlanma ve Modern Demokrasinin Kökenleri”nde, günümüzün demokratik ilkelerini belirleyen düşünce akımı ‘radikal aydınlanma’yı inceliyor. Israel kitapta, “Bütün insanlar, neye inandıklarından ya da hangi dinsel, ekonomik ya da etnik gruba mensup olduklarından bağımsız olarak aynı temel ihtiyaçlara, haklara ve statüye sahiptir” diyor.

Akademisyen tarihçi Jonathan Israel’in çalışmaları Avrupa, Rönesans’tan 19’uncu yüzyıla dek uzanan sömürgecilik, politik ideolojiler ve aydınlanma felsefesi tarihi etrafında yoğunlaşıyor. Israel, Türkiye’de ilk kez VakıfBank Kültür Yayınları’ndan (VBKY) çıkan ‘Radikal Aydınlanma ve Modern Demokrasinin Kökenleri’ isimli kitabında da bir zamanlar kabul edilmesi güç olan ifade özgürlüğü, ırk ve cinsiyet eşitliği ile demokrasi gibi radikal fikirlerin, kavramların radikal aydınlanma düşüncesiyle nasıl geliştiğini, düşünürlerin fikirlerini merkeze alarak masaya yatırıyor.

Kültürler arası analiz

Bir zamanlar beyazlar ile siyahlar, Doğu’dakiler ile Batı’dakiler veya kadınlar ile erkekler aynı haklara sahip değildi. Özgürlüğe karşı bakış açıları dahi kökten farklıydı çünkü gelişim koşulları, sosyo-kültürel etmenler değişkenlik gösteriyordu… Bu nedenle talep edilen haklar, günümüzde hayli ilginç karşılanıyor. Ahmet Fethi Yıldırım’ın çevirdiği kitapta, tarihin bir yerlerinde zihin devriminin yaşandığını belirten Israel, radikal aydınlanma kavramını açımlıyor; bunu Fransız, Alman, İngiliz ve Amerikan aydınlanmasından hareketle kültürler arasında dolaşarak gerçekleştiriyor. Israel bu doğrultuda Voltaire, Spinoza, Kant ve Rousseau gibi düşünürlerin görüşlerine genişçe yer veriyor.

Herkese eşit haklar

Sanayi Devrimi, Fransız İhtilali, Özgürlük Bildirgesi… Krallıkların yıkılışı,seküler düşüncenin ivme kazanması, anti sömürgecilik hareketi… Sözleşmeler neden imzalandı? Tahtların yerine neden Cumhuriyet benimsendi? Peki, 1700’lü yılların son çeyreğinden itibaren ABD, Fransa, İrlanda, Britanya, Almanya ve Hollanda’da hızlı şekilde alenileşen radikal aydınlanma, günümüzde nasıl çağdaş dünyanın demokratik ilkelerini belirleyen bir düşünce akımına dönüştü? Israel, elzem ihtiyaçlardan doğan bu kavramın temel şiarını şu sözlerle açıklıyor: “Bütün insanlar, neye inandıklarından ya da hangi dinsel, ekonomik ya da etnik gruba mensup olduklarından bağımsız olarak aynı temel ihtiyaçlara, haklara ve statüye sahiptir. Dolayısıyla ister siyah ister beyaz, ister erkek ister kadın, ister dindar ister dinsiz olsun, herkes eşitlik temelinde aynı muameleyi görmelidir ve herkes, kişisel çıkarlarına, özlemlerine hukukun ve devletin eşit saygı göstermesini hak eder.”

Jonathan Israel’in ‘Radikal Aydınlanma ve Modern Demokrasinin Kökenleri’ kitabı, zihin devriminin başlangıcına giden ve çağdaş dünyanın temellerinin şekillenmesi üzerine engin saptamaların yer aldığı tarihsel ve felsefik bir değerlendirme.

Künye

Eser Adı: Radikal Aydınlanma ve Modern Demokrasinin Kökenleri

Yazar: Jonathan Israel

Sayfa sayısı: 264

Fiyatı: 30 TL

Kızımla Ekonomi Sohbetleri Kapitalizmin Kısa Tarihi

2008 yılında yaşanan küresel finansal kriz kapitalist piyasa toplum­larında pek çok şeyi değiştirdi. Ülkemizin de içinde bulunduğu ge­lişmekte olan ülkeler grubu başta olmak üzere, dünyada artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. 2000’li yıllar boyunca görülen para bol­luğu sona ermiş durumda. Avrupa ülkeleri yaşanan işsizlik ve dur­gunluk sonrası korumacı ekonomik politikalar benimseyerek kendi içlerine kapanmaya başladı. Komşumuz Yunanistan ise iflasın eşiği­ne ve borçlarını ödeyemez duruma geldi. KIZIMLA EKONOMİ SOHBETLERİ kitabının yazarı, işte tam bu dönemde Yunanistan’da bakanlık görevini üstlenerek küresel krizin tam merke­zinde görev aldı.

Nereden bakarsak bakalım, 21. yüzyılın eksenini ekonomi oluşturuyor, yine de bu konu üzerine hakkıyla konuşamıyoruz. Çünkü ekonomi, hepimizin hayatını bilfiil şekillendiren bu organik kavram, anlaşılması oldukça güç bir terminolojinin ardına gizleniyor. Yanis Varoufakis, her bir birey tarafından anlaşılması elzem olan bu konuyu romansı bir dille anlatıyor; ekonomiyi masaya yatırma gayesiyle kavram karmaşasına düşmek yerine dünya tarihindeki çarpıcı olayları öyküleyerek kaleme alışını şu sözlerle açıklıyor:


“Yazma sebebim, ekonominin iktisatçılara bırakılamayacak kadar önemli olduğu inancıydı.”

Bu kitap, 2013 yılında Yunan yayıncımın bana ekonomi hakkında gençlere doğrudan hitap eden bir kitap yazma önerisi üzerine meydana geldi. Yazma sebebim ise, ekonominin iktisatçılara bırakılamayacak kadar önemli olduğu inancıydı.

Bir köprü inşa etmek istiyorsak bu işi uzmanlara, mühendislere bırakmak daha iyidir. Cerrahi müdahaleye ihtiyacımız varsa ameli­yat için bir cerrah bulmak daha iyidir. Ancak, ABD başkanının bi­lime açıkça savaş açtığı ve çocuklarımızın fen derslerinden kaçtığı bir dünyada popüler bilim kitapları önem arz etmekte. Bilimi ka­muoyunun anlayacağı ve takdir edeceği şekilde sunarak toplumun ihtiyaç duyduğu uzmanları yetiştirmesi gereken bilim camiasının etrafında koruyucu bir kalkan yaratmış oluruz. Bu anlamda bu kü­çük kitap, bahsi geçen kitaplardan oldukça farklı.

“Bir ekonomi öğretmeni olarak daima ekonomiyi gençlerin an­layacağı bir dilde açıklayamayan kişinin kendisinin de ekonomi bilmediğini düşündüm.”

Bir ekonomi öğretmeni olarak daima ekonomiyi gençlerin an­layacağı bir dilde açıklayamayan kişinin kendisinin de ekonomi bilmediğini düşündüm. Zaman içinde başka bir şeyi, mesleğim­le ilgili bu inancı destekleyen hoş bir çelişkiyi fark ettim: Ekonomi modellerimiz ne kadar bilimsel olursa, günlük yaşantımızdaki gerçek ekonomiyle bağları o denli zayıflıyor. Maalesef bu, bilimsel

metot­ların gelişip ilerlemesinin doğanın işleyişiyle ilgili kavrayışımızı da geliştirdiği fizik, mühendislik ve diğer pozitif bilim alanlarında ya­şananın tam tersi. Dolayısıyla bu kitabın amacı ekonomiyi popülerleştirmenin tam tersi olarak görülebilir, amacıma ulaşırsam bu kitap okurlarını eko­nomiyi kendi ellerine almaya teşvik edecek ve onu kavramak için neden öncelikle kendilerini ekonomi uzmanı sayanların, yani ik­tisatçıların, ne hikmetse hemen her zaman yanıldıklarını anlamak gerektiğini gösterecek. Herkesin ekonomi hakkında güvenle konuş­masını sağlamak, sağlıklı toplum ve gerçek demokrasi için bir ön koşuldur. Ekonomideki iniş çıkışlar yaşantılarımızı belirler, kont­rolündeki güçler demokrasimizi maskara eder, dokunaçları ruhu­muzun derinliklerine ulaşarak umut ve özlemlerimizi şekillendirir. Ekonomiyi uzmanlara bırakırsak, elle tutulur tüm kararları onların eline bırakmış oluruz.

Kitabı yazmak keyifliydi. Hiçbir dipnot, referans kullanmadan ya da akademik ve siyasi kitaplara atıfta bulunmadan yazdığım tek me­tin bu oldu. Yine o “ciddi” kitaplardan farklı olarak anadilimde yaz­dım. Hatta Aegina adasındaki evimde oturarak Saronikos Körfezi ve Peloponez Dağları’nı izlerken kitabın adeta kendiliğinden yazılma­sına izin verdim diyebilirim. Önümde ne plan ne de bir içindekiler taslağı vardı; yalnızca yüzme, tekne gezisi ve bana saçma denecek derecede destek veren hoşgörülü hayat arkadaşım Danae ile akşam gezmeleri için ara verilen yazım süreci sadece dokuz günümü aldı. Bilgi ve esin kaynaklarıma gelince, bir itirafım olacak: dokuz gün süren bir bilinç akışının ürünü bu kitap, 1980’lerin ba­şından beri bilinçli olduğu kadar bilinçsizce de topladığım, ödünç aldığım, hatta çaldığım, sonra da düşüncelerimi şekillendirmenin yanı sıra öğrenci ve dinleyicileri uyuşukluktan sıyırıp dikkatlerini çekecek öğretim araçlarını üretmek için kullandığım fikirler, ifade­ler, teoriler ve hikâyelerle dolu.

“Bu kitabı yazmayı kabul etmemin bir nedeni daha vardı. Kızım Xenia…”

Bu kitabı yazmayı kabul etmemin bir nedeni daha vardı. Kızım Xenia ile istediğim kadar görüşemiyoruz; o Avustralya’da, bense Yunanistan’da yaşadığım için beraberken bile yaklaşan ayrılığın göl­gesi hep üzerimizde oluyor. Onunla kısıtlı zamanın hiç izin verme­diği konular hakkında konuşur gibi yapmak bile kendimi iyi hisset­meme yetti. Bu kitap, bir zamanlar huzur ve sessizlik içinde yazan, uzun zamandır kaybet­tiğim eski halime dönmeme, basının sürekli saldırısı olmadan her zaman yapmayı sevdiğimi yapmama izin verdi: Sürekli kendimle çatışmanın yollarını aramak yoluyla derinlerde yatan gerçek düşün­celerimi keşfetmek. Gündemdeki konular üzerinde yaptığımız fikir alışverişlerindeki temel sorun, tartışmalarımızı odanın bir köşesinde öylece duran ka­pitalizm adlı fili bütünüyle gözardı ederek yürütmeye çalışmamızdı. Temmuz 2017’de, yine Aegina’da aynı denize ve dağlara tepeden ba­karak bu baskı üzerinde çalışırken Brexit, Grexit, Trump, Yunanis­tan, Avrupa ekonomik krizi hakkında yazmak yerine fikir jimnas­tiği olarak da olsa kızımla kapitalizm hakkında konuşmayı sevdim. Sonuçta, hayatımıza egemen olan bu canavar ile yüzleşmediğimiz sürece, pek çok şey anlam ifade etmeyecek.

Yunanistan ekonomi bakanlığı döneminde uluslararası üne kavuşan saygın muhalif ekonomist Yanis Varoufakis, bu küçük ancak yoğun kitapta günümüz ekonomisinin yapısını ve bu yapının insanlık için doğurduğu sorunları somut örneklerle, terminolojinin tutsağı olmadan başarıyla özetliyor. Yayımlandığı 24 ülkede ilgiyle karşılanan Kızımla Ekonomi Sohbetleri, yazarın kızıyla sohbet havasında kaleme aldığı, akademik derinliğe dayanmakla birlikte son derece ulaşılabilir ve akıcı bir metin. Hem gençler hem de günümüz ekonomisini anlamak isteyen ve alanda teknik bilgisi olmayan okurlar için oldukça değerli bir giriş kaynağı. Varoufakis ekonominin “uzmanlara bırakılması gereken” bir bilim değil, siyasi ve sosyal güçlerin etkisinde, tüm insanlığın bugününü ve geleceğini etkileme gücüne sahip bir savaş alanı olduğunu söylüyor ve hepimizi bu gerçekliği anlamaya davet ediyor.

KIZIMLA EKONOMİ SOHBETLERİ / Kapitalizmin Kısa Tarihi

Yazar: Yanis Varoufakis

Çeviren: Sinan Arslaner

Yayım Tarihi: Şubat, 2019

Sayfa Sayısı: 165

Fiyat: 19,50 TL

Fatih Türkmenoğlu’ndan ”Her Perşembe Saat 4’te” Raflardaki Yerini Aldı!

İnkılap Yayınevi’nden çıkan Her Perşembe Saat 4’te, birbirinin içinden geçen dört ayrı hikayeden oluşuyor. Gül Hanım’la 70’ler ve 80’lerin İstanbul’unda, çok renkli bir hayata tanıklık edeceksiniz. Fatma Fairy ile Amerika’da striptiz kulüplerde erotik dansçı olarak çalışan bir Türk mühendisi tanıyacaksınız. Amerikalı hemşire Sherry ve Nedret ile hayatın amacını arayacak, tek akrabası İstanbul’da yaşayan Susan Cohen’de de herşeyden nasıl vazgeçilebileceğini hissedeceksiniz.

“En az gerçek olduğunu iddia ettiğimiz dünya” kadar sahte; en sahtenin özü kadar gerçek…

Birbirinden çok farklı görünen, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta yaşayan kadınlar, aslında incecik iplerle birbirlerine bağlılar. Denizli, Miami, İstanbul, Chicago; sisler altında kesişiyorlar. Zamanlar, hayatlar, şehirler, hayaller birbirine değiyor. “En az gerçek olduğunu iddia ettiğimiz dünya” kadar sahte; en sahtenin özü kadar gerçek…

Fatih Türkmenoğlu, ince detayları, içimizi sıcacık ısıtan gözlemleriyle, okuruna çok yakın bir yerde duruyor. Karakterlerini çok büyük bir titizlikle gözlemlerken, bambaşka dünyaların kapılarını aralıyor. Her Perşembe Saat 4’te, okuyucuyu sarıp sarmalayan, hiç bitmese dedirten bir kitap. Türk Edebiyatı’na birbirine bağlı uzun hikayelerle yepyeni bir soluk kazandıran özel bir eser.

Kitap Tanıtım: Yalnızca Bedenin Değil, Tüm Varlığın Kutsal

Fransız filozof Simone Weil “Kişi ve Kutsal”da hak kavramını odağına alıyor, kişinin fiziksel görünüşüne ve fikirlerine bakılmadan kutsal olduğunu belirtiyor. Weil, insanların yüreğinin derinliklerinde, maruz kalınan ve tanık olunan onca cürüme rağmen, ona kötülük değil de iyilik yapılacağına dair yenilmez bir beklenti bulunduğunu söylüyor: “Her insanda kutsal olan, her şeyden önce işte budur.”

Bir insanda kişiliği, farklılığı ve görünüşü hariç her şey kutsal ve kutsallık saf iyilikten geçiyor… VakıfBank Kültür Yayınları’ndan (VBKY) çıkan “Kişi ve Kutsal” isimli kitapta bu düşünceyi geliştiren Fransız yazar Simone Weil, 20’nci yüzyılın en genç filozofları arasında anılıyor. 1942’de işgal altındaki Fransız toplumunun acıları karşısında ölüm orucuna başlayan Weil, bir sonraki sene tüberkülozdan yaşamını yitiriyor; hayatını kaybetmesinin ardından yayınlanan eserleriyle ölümsüzleşiyor. Weil’in yaşamının son yılında Londra’da kaleme aldığı, Türkçe’de ilk kez yayımlanan “Kişi ve Kutsal” da böyle bir eser. Yazarın düşünce dünyasının, deneme türündeki bu kitapla enine boyuna aktarıldığını söylemek mümkün.

Kişiliğiniz beni ilgilendirmiyor

Weil, “Beni ilgilendirmiyorsunuz” cümlesinin, bir insanın gaddarlık yapmadan ve adaleti yaralamadan başka bir insana yöneltemeyeceğini belirterek başladığı kitabında, “Kişiliğiniz beni ilgilendirmiyor” cümlesinin ise yakın dostlar arasında sevgi dolu bir sohbette, o dostluktaki en hassas noktayı incitmeksizin kullanılabileceğinin altını çiziyor. Weil şöyle devam ediyor: “Aynı şekilde, biri kendini küçük düşürmeden şunu söyleyebilir: ‘Benim kişiliğim önemli değil’ ama ‘Ben önemli değilim’ diyemez. Kişiselcilik diye bilinen modern düşünce akımının söz dağarcığının hatalı olduğunun bir kanıtı bu.”

Asla zarar veremem

Kitapta kişi kavramının koşulsuz eleştirisini yapan Weil, öncelikle kişiyi kutsaldan radikal biçimde ayırıyor: “İşte sokaktan geçen biri; uzun kolları, mavi gözleri, bihaber olduğum ama belki de basmakalıp düşüncelerin geçtiği bir zihni var. Onda benim için kutsal olan ne kişiliği ne de insani kişilik. Kutsal olan kendisidir. Onun tamamı. Kollar, gözler, düşünceler, her şey.” Weil kutsal olana, yaşanılan tüm olumsuzluklara rağmen, karşı taraftan beklenen iyilikle ulaşılabileceğini ifade ediyor: “Bebeklikten mezara kadar, her insan evladının yüreğinin derinliklerinde, işlenen, maruz kalınan ve tanık olunan onca cürümün deneyimine rağmen, ona kötülük değil de iyilik yapılacağına dair yenilmez bir beklenti vardır. Her insanda kutsal olan, her şeyden önce işte budur. İyi, kutsal olanın tek kaynağıdır. İyiden ve iyiye dair olandan başka kutsal yoktur.”

Hak, kuvvete göre değişir

Kitapta, hak ve kişilik kavramlarının yetersiz olduğunu dile getiren ve bunu geliştirdiği düşüncenin temeline yerleştiren Weil, bunların insan hakları teorisinde kötü bir şekilde birleştiğini söylüyor. Çünkü Weil’e göre, hak/hukuk kavramı yalnızca ‘bölmeye, değiş tokuşa ve niceliğe’ değil, her şeyden önce kuvvete bağlı olarak güncelliğini koruyor. Hakkın yalnızca talep tonuyla savunulduğunu belirten Weil, “Dünyaya 1789’da tanıtılan hak kavramı, özündeki yetersizlikten dolayı, ona atfedilen işlevi yerine getirmekten acizdi. İnsani kişilik haklarından bahsederken yetersiz iki kavramı bir araya getirmek bizi pek uzağa götürmez” sözlerini kaydediyor.

“Kişi ve Kutsal”, hak kavramı ekseninde kişiyi kutsal kavramından ayıran, her insanda kutsal sayılanın, tüm kötülüklere rağmen karşıdan beklenen iyilik olduğunu vurgulayan felsefi bir deneme.

Künye

Eser Adı: Kişi ve Kutsal

Yazar: Simone Weil

Sayfa sayısı: 72

Fiyatı: 15 TL     İdefix    D.R

Büyük Sanatçılar Ve Eserleri Hakkında Her Şey

Susie Hodge’un gotik dönemden günümüze görsel sanatın önde gelen sanatçılarını ve eserlerini yazdığı Sanat kitabı İnkılâp Kitabevinden yayımlandı.

Sanat, dünyaca kabul görmüş sanatçıların eserlerini dönemin ruhunu kavrayarak anlamamızı sağlıyor.

Unutulmaz eserlerin hangi şartlarda doğduğunu ve sanatçıların bu eserleri hangi amaçla yarattıklarını anlatan Sanat kitabı, bilinen sanat eserlerinin bilinmeyen perde arkasını ve sanat eseri olarak anılmalarının nedenlerini açıklıyor.

Görsel sanatın 13. yüzyıldan 20. yüzyıla değişimi, gelişimi, etkili olan fikir akımları ve sanatçıların ilginç yaşam öykülerine yer verilen Sanat kitabı, okuyucuya sanat dünyasının kapılarını aralıyor.

Susie Hodge

University of London, Birckbeek’ten Sanat Tarihi alanında master derecesi almıştır ve Royal Society of Arts üyesidir. Aralarında Why Your Five Year Old Could Not Have Done That: Modern Art Explained (Thames & Hudson), 50 Art Ideas You Really Need to Know ve Gustav Klimt’in (Quercus) de bulunduğu sanat ve sanat tarihi üzerine pek çok kitap yazmıştır.

Mehmet Üstünipek

1992 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi bölümünden mezun olmuştur. Aynı kurumda Sosyal Bilimler Enstitüsü Batı Sanatı ve Çağdaş Sanat programında “Ali Hadi Bara’nın Sanatsal Kişiliği ve Yapıtları” adlı yüksek lisans tezi ve “Cumhuriyet’ten Günümüze Türkiye’de Sanat Yapıtı Piyasası” adlı doktora tezini hazırlamıştır. Sanat tarihi ve çağdaş Türk sanatı üzerine dersler vermektedir. Akademik çalışmalarını Cumhuriyet dönemi Türk resim ve heykel sanatı üzerine sürdürmektedir. Sanat eleştirileri ve makalelerinin yanı sıra Çağdaş Türk Sanatında Sergiler (2007), Işığın Ressamı Nazmi Ziya Güran (2012) ve Sanat Tarihine Giriş (Şeyda Üstünipek ile birlikte, 2012) adlı kitapları bulunmaktadır. Sanat tarihi üzerine pek çok çeviri kitabın Türkçe yayın editörlüğünün yanı sıra İnkılâp Kitabevi’nden Gianni Caffiero ve Ivan Samarine’in yazdığı Işık, Su ve Gökyüzü: Ivan Aivazovsky’nin Resimleri adlı kitabın İngilizce çevirisini gerçekleştirmiştir.

ARKA KAPAK YAZISI

1300’lerin Gotik sanatıyla başlayıp 1960’ların Pop Art’ıyla sonlanan görsel anlamda büyüleyici bu kitap, dünyayı algılayışımızı şekillendiren en önemli ve etkili sanatçıların yaşamını ve sanatını keşfe çıkıyor.

Sanat, başlıca akımlara göre bölümlenmesi ve kronolojik olarak düzenlenmesiyle izlemesi ve anlaması kolay bir kitap.

Her sanatçının yaşamı, sanatı ve esin kaynakları ayrıntılı biyografileriyle inceleniyor.

Sanatın her dönemi dolu bir şekilde açıklanıyor ve bağlamına yerleştirilecek şekilde bir zaman cetveli yer alıyor.

Dünya ölçeğinde başlıca uluslararası sanat galerilerini ve sahip oldukları eserleri içeriyor.

Önemli sanat eserlerinin 100 tam sayfa reprodüksiyonunu sayfalarına taşıyor.

GOTİK’TEN ERKEN RÖNESANS’A y.1300-1500

Cimabue, Donatello, Fra Angelico, van Eyck, Masaccio, Botticelli, Ghirlandaio.

YÜKSEK RÖNESANS’TAN MANİYERİZM’E y.1500-1600

Michelangelo, da Vinci, Raffaello, Tiziano, Holbein, Bronzino, Tintoretto, Bruegel.

BAROK y.1600-1700

El Greco, Caravaggio, Rubens, Gentileschi, Poussin, Velázquez, van Dyck, Claude.

HOLLANDA GERÇEKÇİLİĞİ y.1600-1700

Rembrandt, Steenwyck, de Hooch, Vermeer.

ROKOKO’DAN NEOKLASİSİZM’E y.1700-1800

Canaletto, Hogarth, Boucher, Reynolds, Gainsborough, Fragonard, David.

ROMANTİSİZM’DEN REALİZM’E y.1800-1900

Blake, Hokusai, Turner, Constable, Géricault, Millet, Moreau, Rossetti, Millais.

EMPRESYONİZM’DEN

POST-EMPRESYONİZM’E y.1865-1910

Pissarro, Manet, Degas, Cézanne, Monet, Rodin,

Renoir, van Gogh, Toulouse-Lautrec.

MODERNİZM’DEN POP ART’A y.1900-1970’ler

Klimt, Munch, Kandinsky, Matisse, Picasso, Dalí, Kahlo, Lichtenstein, Warhol.

Bu kitap, Susie Hodge’un kavrayışıyla, yetkinliğiyle ve 100’den fazla yüksek kaliteli görselle dünyanın en büyük sanatçıları ve eserleri hakkında daha fazlasını bulmak isteyenler için kusursuz bir rehber.

SanatSusie Hodge, İnkılâp Kitabevi, 232 sayfa, İstanbul 2018

Yayıma hazırlayan Bülent Ulus

Son okuma Hakan Güngör

Kapak tasarım Eyüp İşkuran

Grafik uygulama Eyüp İşkuran

Çeviren Mehmet Üstünipek

Başak Sayan’ın Yeni Kitabı Nigâhdar İnkilâp Kitabev’inden Çıktı

Başak Sayan’ın, bin yılı aşkın bir zamandır kayıp olduğu sanılan Hallâc-ı Mansûr’un öğretisini anlattığı risalelerin izini süren Nigâhdar kitabı İnkılâp Kitabevi’nden çıktı.

900’lü yılların Bağdat’ı, Hindistan’ı, İran’ı… Ene’l Hak yani “Her şey O’dur. O her şeydir,” diyen bir derviş… “Tek Hakikat O’dur” diyen, adaletsizliklere, eşitsizliklere tasavvufun ruhunda da pek olmayan bir biçimiyle karşı duran; toplumda huzursuzluğun kaynağı olarak adam kayırmayı, rüşveti, yolsuzluğu, gelir eşitsizliğini gören bir derviş: Hallâc-ı Mansûr.

Hallâc-ı Mansûr’un toplumsal meselelere duyarlı öğretisinin yer aldığı, merkezine halifeleri, iktidar sahiplerini, dervişleri hatta herhangi bir dini koymadığı öğretisini anlatan risaleler hem egemen küresel güçler hem de egemen dinler ya da onların temsilcileri açsından büyük bir tehlike olarak görülür.

“O ki hiçbir yarattığını ayırmıyor diğerinden, biz kim oluyoruz da ayırıyoruz böyle herkesi birbirinden!” diyen bu öğretinin bir nigâhdarı İstanbul’dadır. Bunu öğrenen New York merkezli küresel güç aktörleri bu risaleleri ele geçirmek üzere harekete geçer.

Hallâc-ı Mansûr’un uğruna canını verdiği gerçeklikler ile o gerçeklikleri tersyüz ederek topluma empoze eden din ve siyaset ilişkisinin bugün de devam ettiğini görecek, Allah’a inanmakla Allah’ı kendi düzenini korumak için kullanmanın nasıl hâlâ devam ettiğine şaşıracaksınız.

Sen ne doğdun ne de öleceksin. Bir hiç olduğunu anladığında en büyük hakikate ereceksin!

Başak Sayan

Ankara doğumlu yazar ilk, orta ve lise eğitimini aynı şehirde tamamladı. Üniversite eğitimi için İstanbul’a geldikten sonra oyunculuğa başlayan Sayan bugüne dek pek çok dizi ve filmde rol aldı.

İlk romanı Bağlanma Korkusu’nun ardından çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. Aylarca listelerden düşmeyen, tesadüf ile kader temalarını irdelediği Kelebeğin Kaderi’nin ardından yazar, Ölü Kuşların Sessizliği ile psikoloji ve felsefeyi gerilimle harmanlayarak heyecan dozu yüksek bir dünya yarattı.

2014 yılında evlenen Sayan, 2017 yılında ikiz bebeklerini kucağına aldı. Doğumdan kısa bir süre sonra ilk çocuk romanı Rüzgâr Olmak İsteyen Çocuk’u kaleme aldı.

Yazar son romanı Nigâhdar ile okuru 1200 sene önceki Abbasi İmparatorluğu dönemiyle günümüz arasında dolaştırırken, yine heyecan dozu yüksek bir dünyanın içinde, bir yandan tasavvuf ve kuantum fiziği arasında paralellikler kurup bir yandan da Tanrı ve bilim kavramlarının nasıl birbirine yaklaşabileceğini gösteriyor.

Romanlarının arka planlarında spiritüel ögeleri mutlaka kullanan Başak Sayan, okuyucularının hayata bambaşka bir noktadan bakmalarını sağlamanın en büyük motivasyonu olduğunu belirtiyor.

Arka Kapak yazısı;

“Tanrı ve bilim hiç bu kadar birbirine yakın olmamıştı.’’

“Bütün bilgiler içindeki en önemli bilgiyi öğrendin mi?’’

“Hangi bilgi?”

“Evrenin en büyük gizini saklayan bilgi.’’

“Böyle bir bilgi olduğundan haberim yok. Lütfen efendim, siz öğretin bana bu bilgiyi.’’

“Peki, git bana bir niyagrodha ağacının meyvesini getir.’’

“Getirdim efendim.’’

“Şimdi onu ortasından ikiye böl.’’

“Böldüm.’’

“Ne görüyorsun?’’

“Çekirdekleri efendim. Minicikler.’’

“Şimdi o çekirdeklerden birinin içini aç.’’

“Açtım efendim.’’

“Ne görüyorsun?’’

“Hiç.’’

“Bak evladım, o göremediğin özden bir niyagrodha ağacı meydana gelir. Çekirdeğin içindeki boşluk o öz ile doludur. Onu göremesen bile o her yerdedir. Tıpkı senin bedenin gibi. İçindeki özü göremezsin ama o oradadır. Tanrı da böyledir. Onu göremesen bile her şeyin içindedir. Her şey var oluşunu ona borçludur. İşte en büyük hakikat budur. Ve sen… Sen O’sun işte.’’

Columbia Üniversitesi’nde atom fiziği dersleri veren ve ateşli bir ateist olan Şirin Özdemir, tüm hayatının büyük bir yalan olduğunu öğrenmesiyle birlikte olayları çözmek amacıyla New York’tan İstanbul’a gelmeye mecbur kalır ve gelir gelmez kendisini bir ölüm kalım mücadelesinin içinde bulur.

Bu mücadelede ona trajik bir biçimde yolunun kesiştiği tanınmış bir yazar ve felsefeci olan karizmatik genç profesör Algan Ataman yardım eder.

İkili birlikte hayatta kalmaya ve gerçekleri ortaya çıkarmaya çalışırken geçmişten günümüze gelen ve tüm dinleri derinden etkileyecek büyük sırrın ne olduğunu bulmak zorundadırlar. Ve elbette büyük bir küresel gücün türlü oyunlarıyla baş etmeleri gerekir.

Başak Sayan Bağlanma Korkusu, Kelebeğin Kaderi ve Ölü Kuşların Sessizliği romanlarının ardından bu kez Nigâhdar ile okuyucuyu Hallâc’ı Mansûr’un kayıp risaleleri ekseninde tarihin derinliklerine sürükleyerek, tasavvuf, din, Tanrı kavramları ile atom fiziği ve kuantum evreninin iç içe geçtiği heyecan dozu yüksek bir dünyaya götürüyor.

Maddenin içi dolu gözüktüğü kadar boştur…

İmam Rabbani – 1500, İslam âlimi ve tasavvuf önderi.

Atomun büyük kısmı boşluktur.

Ernest Rutherford – 1911, deneysel fizikçi. Nükleer

fizik araştırmalarının öncüsü. Rutherford, atom

modelini bulmuştur. 1908 Nobel Kimya Ödülü sahibi.

Başak Sayan, Nigâhdar, İnkılâp Kitabevi, Roman, 536 Sayfa İstanbul 2019

Yayıma hazırlayan Bülent Ulus

Kapak tasarım Rüveyda Kul

Sayfa tasarım Rüveyda Kul – Şevval Ulusoy

Kapak görsel Sebahattin Kayış

Arka kapak görsel Cengiz Karabulut

 

Celal Şengör’den Yeni Kitap: Bilimin Büyüsü

Celal Şengör’ün bilimin insan yaşamındaki büyük etkilerini anlattığı Bilimin Büyüsü

kitabı İnkılâp Kitabevi tarafından yayımlandı.

Daha önce İnkılâp Kitabevi’nden Zümrüt Ayna, Bir Toplum Nasıl İntihar Eder, Aptalı Tanımak ve Dahi Diktatör adlı kitapları yayımlanan Celal Şengör, Bilimin Büyüsü’nde insanlık tarihinde köklü değişimler yaratan bilim insanlarını ve bilimsel kırılma anlarını anlatıyor.

Kendine has üslubu ve bilimsel olandan taviz vermeyen yaklaşımı ile bilinen yazar, Bilimin Büyüsü’nde de okuyucuya sağduyunun önemini açıklıyor.

Bilim insanlarının önemli buluşları, yaklaşımları ve hayatlarına dair bilgilerin yer aldığı Bilimin Büyüsü, düşüncenin zengin, etkileyici ve bir o kadar yenilikçi dünyasını okuyucuya sunuyor.

Arka kapak;

Bilim dışında bilgi kaynağı olduğunu iddia edenler yanılmaktadır, ki bunun tarihte sayısız örneği mevcuttur. Ne mitolojiler ve dinler ne büyü ne de falcılık bilgi kaynağıdır. Tarih boyunca bilim adı altında “yalancı bilimler” (psödobilim) diyebileceğimiz; kehanet, astroloji, sihirbazlık, “gizli” (okült) bilimler gibi konular insanlara bilim diye sunulmuştur. Ama bunların hiçbiri bilim değildir; arkalarında ya safdil inanış ya da düpedüz sahtekârlık vardır.

İnsan, düşünmeye başladığı andan itibaren merak ederek öğrenmek, çevresinde olan biteni anlamak istemiştir. Bu biyolojik evrimin insana verdiği bir dürtüdür. İnsan, fiziksel olarak zayıf bir varlıktır. Ne kendini koruyabilecek doğal silahları (boynuz, tırnak, zehir vb.) ne de hız, uçmak gibi düşmanlarından kaçışını kolaylaştıracak becerileri vardır. Tek silahı aklıdır.

“Sorgulamanın cezalandırıldığı bir toplumda gelişme nasıl oldu?” diye düşünebilirsiniz. Bunun cevabı basittir: Her toplumda asi kafalar, her türlü ceza ve zorlamaya karşı duyduğunu, gördüğünü sorgulayan zeki bireyler türer. İşte yenilik ve gelişme bu nadir kişilerin sorgulamaları ve yeni düşünceler üretmeleri sayesinde olmuştur.

“Kazara Ölümsüzlük”

Görkem Kızıldağ, “Kazara Ölümsüzlük” romanıyla zihnimizi ters yüz ediyor. Hayata dair sorular sormamızı ve cevaplamamızı sağlıyor. Romanı okurken kısa süreliğine başka bir evrene gidiyoruz. Bu yolculuk hem eğlenceli hem de kafa karıştırıcı olabiliyor. Eh, tıpkı hayat gibi.

Kitabın içerisinde yer alan karakter sakinliğinin altına sığınmış gerçek bir çılgın. Öyleyse, biraz S’den bahsedelim. S’nin karısı D hamile fakat S’nin aklı A’da. A, genç ve güzel ama D… Onu da seviyor S. Böylece kitapta işler karışmaya başlıyor ve sonu hiç beklenmedik bir şekilde bitiyor. Aslında belki de hepsi tek bir istekten gerçekleşiyordu. Belki de S, sadece Tanrı olmak istiyordu. Hayatı boyunca hiç böyle bir şey düşünmemişti. Ama Tanrı olmanın ne demek olduğuna dair çok kafa yormuştu. Ve her defasında kendisini çelişkiler yumağında buluyordu.

 

S şöyle diyor romanda; “Adımlarının dakikadaki sayısını hiç değiştirmeden yürüyüşünü sürdürürken, bazı sokakları çok farklı gördüğünü düşünmesinin yanında Bazı sokakları da ilk kez gördüğünü fark ediyordu. Bu farkına varış hem beyninde hem ayaklarında anlık bir duraksamaya yol açtı. Ve düşünen bütün canlılar için mevcut olması gereken şu yoksunluğu duyumsadı: Belki de birçok insan yıllar boyunca kendisine -kısa olduğu düşüncesi ile- hep aynı rotayı belirliyor işe gitmek, eve dönmek için ve o yollardan hiç sapmadıkları için hemen arka sokaklarından bihaber oluyorlar. Evet, bu insanlar belki evlerine erken geliyorlar fakat bir düşünsenize; sürekli aynı yolları, aynı sürede yürüyerek hem mekânsal hem de zamansal anlamda nasıl kısıtlıyorlar kendilerini; âdeta bir hapisteymiş gibi!”

“Kazara Ölümsüzlük” mutlaka okunması gereken incelikle yazılmış ince bir roman. Aynı zamanda felsefe öğretmeni olan Kızıldağ, bu eşsiz kitapta okuyucunun kafasını karıştırıp sorular sormasını sağlıyor.

Görkem Kızıldağ, mizahi yönü öne çıkan İntiharsızlık kitabı ile oldukça beğeni toplamıştı. Kazara Ölümsüzlük’ün de özellikle edebiyatta farklılık arayanlara hitap edecektir. “İntiharsızlık” ve “Kazara Ölümsüzlük”, Sola Unitas Academy etiketiyle raflarda yer almıştır.

Exit mobile version