Fazıl Say’ı mı, Ara Güler’i mi, Şükrü Erbaş’ı mı , Yılmaz Özdil’i mi yoksa bir başkasını mı?
Bugün kimi parçalara ayırıp duvara asacağız, kimin kanını içeceğiz, kimi rezil rüsva edeceğiz, kimi bitireceğiz?
Soruyu birinci çoğul şahsın ağzından sormamın nedeni şu: Fıtri olarak o kapasite doğallıkla ben de var. Dikkat etmezsem ben de bir linççiler güruhuna (mob) katılabilirim.
Yani, direksiyon başına geçince içimde kabaran trafik canavarı gibi, bilgisayar başına oturunca kabaran bir linç canavarı da var. Onu da kontrol etmeliyim!
Linç, homo sapiens’in yabancısı olan bir şey değil. Bir grup insanın — bir kalabalığın, daha doğrusu bir “güruh”un–bir yada daha çok kişiyi yargılamadan cezalandırıp yok etme eylemine linç deniyor.
Sosyoloji biliminin babalarından Güstav Le Bon, taa 1896 yılında yazdığı ve “kalabalıkların kollektif aklı”nı incelediği öncü eserinde şunu vurgulamıştı: Öfkeli bir kalabalık onu oluşturan bireylerden bağımsız bir hayatiyet kazanıp güruhlaşabilir; ona katılan insanlar, o güruhun içinde, tek başınayken asla yapmayacakları şeyleri yapabilirler. Hanımefendilerin ve beyefendilerin, kollektif çullanma başlayınca nasıl gaddar bir linçciye dönüşebildiklerini ABD’nin Güney’indeki linç olaylarını anlatan filmlerden biliyoruz. Bizde de örnekleri vardır.
ÇEVRİMİÇİ LİNÇ
Dijital teknoloji çağındayız. Her şey gibi linç de dijitalleşti. Çevrimiçi linç vak’alarına, başta ABD olmak üzere her yerde rastlanıyor. Ama bazı ülkelerde daha çok rastlanıyor.
Tahminimce Türkiye bunlardan biri. Tarihsel, siyasal, sosyo kütürel çeşitli nedenleri var bunun. Bu ülkede yaşayan potansiyel linç failleri ve kurbanları olarak bunların üzerinde düşünmemiz gerekiyor.
Twitter çıktığında demokratlar bayram etmişti. Artık hiç kimse herhangi bir konuda düşüncesini dile getirmek için kapalı ve elitist medya mecralarına muhtaç değildi. Nizamiye bekçileri (gatekeepers) kenara itilmişti. Yeni mecralar herkese açıktı ve herkes dilediğini söyleyebilirdi.
İnsanlığın iletişim tarihinde kuşkusuz müthiş bir sıçrama anıydı bu. Yapısal nedenlerle iletişim kanallarından uzak tutulmuş, söz sırası alamamış milyarların teknoloji sayesinde yepyeni bir güçle donatılması ve “büyük demokratik konuşma”nın bir öznesi haline gelmesi Fransız İhtilali’nin amaçlarının gerçekleşmesi yönünde yeni bir adımıydı.
Kısmen de öyle oldu. Daha önce konuşmayanlar, konuşamayanlar konuşmaya başladılar. Arap Baharı dönemindeki iyimserliği hatırlayın!
Ama kısa bir süre sonra işe rufailer karışmaya başladı. Çöple saman birbirine girdi. Botlar, troller, şunlar bunlar derken dijital kanallardan akan sular bulandı, kötü kokular gelmeye başladı.
Kuşkusuz bunun yapısal nedenleri de var. Ama bence belki de en önemlisi, bir iletişim öznesi olarak insanın masum ve kusursuz bir aktör olmaması, olamayacağı gerçeği. Linçci kalabalığa katılarak Missouri’de zenci asmış ve Madımak’ta sanatçı yakmış bir potansiyelin dijital versiyonunun da orada bir yerde bulunacağı kesindi.
Nitekim öyle oldu. Şimdiki curcunaya geldik.
Aristo’nun Retorik’inden 2500 yıl sonra bir kez daha anlaşıldı ki, topluluklara neyin söylendiği kadar nasıl söylendiği de önemlidir. Demokratik hakların genişlemesi her yurttaşa konuşabilme hakkını vermektedir ama bu hakkı kullanan herkes bu düzeyde konuşmanın kurallarına uyma yükümlülüğü altına da girmektedir.
Bir kaç yıllık pratik pek çok kişinin bu kurallardan habersiz olduğunu ortaya da koydu.
Bir şeyi de hatırlattı: Sıradan çoğunlukların merakları az, bilgileri sığdır ama inançları güçlü, öfkeleri sınırsızdır!
Geçenlerde twitterda şöyle yazmıştım: “Sosyal medya sayesinde biliyoruz. Evet, herkesin söyleyecek bir sözü var; ama çok azının söyleyecek iyi bir sözü var.”
“Sanal” dedikleri aslında fevkalade gerçek ortamda “kötü” sözlerin baskın olması bunun bir kanıtı.
TROLLER VE ÖTEKİLER
Hepimizin aralarına katılabileceği samimi linçcileri, alçaklara mahsus trollerle karıştırmamak lazım. Troller, iletişimin suyunu zehirlemekisteyen bilinçli ajitatör ve provakotörlerdir. Asıl konuyu konuyu dağıtmak, yanlış hedeflere yönlendirmek ya da yalanlarla boğmak için çalışırlar. Ya parayla tutulmuşlardır ya da kendi bireysel çıkarları vardır.
Buna karşılık linçciler özünde iyi niyetli ve öfkelerinde içten olabilirler, söylediklerinde bir hakikat payı da olabilir. Ama eleştiri yaparken, çevrenin ve internet algoritmalarının dolduruşuna gelip güruha katılarak, kantarın topuzunu kaçırmış, acımasızlaşmışlardır. Aslında kendilerinden beklenmemesi gereken şeyleri yaparlar.
Sırf linç var diye lince katılanlar da olabiliyor tabii. Yıllar önce İstanbul’da bir kavga sonrası tartışması devam ederken iki genç gelip bana ne olduğunu sormuştu. “Adamın birini dövdüler, alıp götürdüler” dedim. Gençlerden birinin ötekine söylediğini unutamıyorum: “Tüh, geç kalmışız, burada olsaydık bir kaç tane de biz patlatırdık!”
Evet, homo sapiens’te kendisini ilgilendirmeyen kavgalara, daha çok kazanandan yana, paldır küldür katılma dürtüsü de var.
Olgulara dayanan eleştiri en doğal demokratik hakkımızdır. Gereklidir, yararlıdır. Sosyal medya bu açıdan değerli bir olanaktır. Ama, tartışarak en doğrusunu arayan demokratik söylemin yerine “bitirici” darbeyi vurmak için kendinden geçenler, tartışmaları bitirmeyi seven faşizmin tuzağına düşerler.
O yüzden: Bugün kimseyi linç etmiyoruz arkadaşlar