Çeviri yapmak oldukça zor bir iş. Hakkıyla yapıldığında ise kültürler arası aktarımları doruğa taşıyan en önemli unsurlardan. Çeviri için, her iki dilde hakimiyetin yanısıra, çevrilecek olan metnin konusuna da hakim olmak, olmazsa olmaz bir şart. Gerek çevrilecek metnin dilini üreten kültüre aşinalık gerekse anadilde yetkinlik gibi, yüksek nitelikte insan emeği gerektiren bir iş.
Ülkemizde, çevirmenlerin omuzlarına fazladan binen bir yük var: eski kelimeler, yeni sözcükler. Hemen her konuda, takım tutar gibi taraf tutan toplumumuz, bu hassas konuda da bölünmüştür. Dil hızlı bir ayrıştırcı olma gücünü, insanları birleştirici ilk ve en önemli unsurlardan birisi olmasından alıyor. “Günaydın” ve “Hayırlı sabahlar” selâmlaşması üzerinden derin sosyo-politik analizlerin yapılabileceği ilginç bir ülke Türkiye. Bir yanda, boğucu bir Osmanlıca tercihi, diğer yanda ise beraberinde hiçbir yaşanmışlık getiremeyen yanlış seçilmiş yeni sözcükler. Doğru yapıldığı sürece, yeni bir sözcüğün türetilmesinde, bir sakınca yoktur aksine faydalı olur. Türkçe hece bazında türetime olanak veren şanslı dillerdendir. Buna örnek olarak, öz kökünden türetilen özgür, özgün, özel, özsel vd verilebilir. Sakınca, tercihlerin, diğerinin anlamsal üstünlüğünün yok sayılmasıyla ortaya çıkıyor.
Schiller’in “İnsanın Estetik Terbiyesi Üzerine Mektuplar” isimli yazısını çeviren, Alman Dili ve Edebiyatı Profesörü Melâhat Özgü’yü, her iki dilde de yetersizliği konusunda çok ağır eleştiren, Alman Dil ve Edebiyatı Doçenti M. Şükrü Akkaya, bu eleştiri makalesinde* şunu söyler: “Ebedi Atatürk, naçız şahsıma havâle buyurdukları tercüme işlerinde, fikirden feda edilmemek düşüncesiyle, icabında Osmanlıca tabirleri üstün tutmamı tasrih ederlerdi.”
Fikirden feda etmemek fikrini, nazari ve kuramsal sözcükleri için irdeleyelim. Nazari için, İhsan Fazlıoğlu’nun “Işk İmiş Her Ne Var Alem’de İlim Bir Kil ü Kal İmiş” adlı kitabına başvuralım. Kitapta, bu sözcüğünün, hakkıyla kavranabilmesi için harcanan çaba, yıllara yayılan emek ve sözcüğün bu emekle birlikte ulaştığı kavramsal derinlik ayrıntısıyla anlatılmış. Yazara göre, nazar, dönemin cebir bilimcilerince türetilmiş bir tanım olarak, aklın bilinen ile bilinmeyen arasındaki hareketidir. “Arasında hareket etmek” belirsiz bir içerik, o halde genel anlamından uzaklaşılırsa “aklın bilinenden bilinmeyene hareketi” burada “-den”, “e-ye” hareket eden akıl üç aşamalı bir yapıdan geçiyor (ayrıntıya girmiyorum). Nazar, demek ki aklın bu üç hareketinin toplamıdır. Bu tanım nazarın yalnızca bir tanımı, bir de ikinci tanım var ki uzmanları için bu asıl tanımdır: Nazar’ın formel mantığın bir tasviri olduğu tanım, nazar edilenin dışarısı değil bizatihi aklın kendi içeriği olduğunu ortaya koyduğu tanım.
Benzer bir çaba nazar’ın Yunancası olan theoria sözcüğü ile de sergilenebilir. Sonuçta, theoria’nın “Tanrısal bakış, özgür ve zorunsuz olan bakış” anlamına varırız.
‘Kur’ kökünden türeyen ve bazı etimologlara göre ek alışı “keyfi” bulunan kuram sözcüğü nazari yerine kullanılabilir mi gerçekten? Kuramsal olan hakkında konuşulduğunda, kuram sözcüğünün “varsayım” anlamına gelmediği sözlüklerde bile bir giriş cümlesi haline gelmişken! Pozitivist eğitim ile harcı karılan düşünce kalıplarını kırmakta zorlanıyoruz. Benzer sorun hakikat-gerçek; vicdân-duyunç ve benzeri birçok sözcük için geçerlidir.
Bunun tersi de doğrudur: Arapça sözcükler olan istiklâl ve hürriyet; anadili Türkçe olan bir kişi için, bağımsızlık ve özgürlük sözcüklerinin yerini alamaz. Burada, hece bazında türetmeye olanaklı bir dil olan Türkçe; yetkin bir anlamlandırma için, harf bazında niyete yönelik bir dil olan Arapça’ya, gereksinim bırakmamaktadır.
Bazı Farsça ve Arapça sözcüklerin, asıl anlamları ile ilgisiz bir bağlamda kullanıldığı da bilinmektedir. Örneğin “serbest” başı bağlı anlamında bir Farsça sözcüktür. Bizde karşıt anlamda kullanılır. ‘Nüans (fr) farkı’, ‘örneğin mesela’ gibi yanlış kullanımlar da diğer bir boyuttur.
Dil, gerçekten “Tinin orada olmaklığı” ise özgürlük, bağımsızlık sözcüklerinin Arapça karşılıklarının tercih edilmesi ideolojik bir tutum olacaktır. Dil kullanımına da yansıyan anlamlandırma kusurları, özünde kişinin kendini anlamlandırma etkinliğinden ayrı değildir; bu anlamlandırma çabası bizzat insanın öz emeğinin bir ürünü olacaktır. İstisnasız tüm dışlaşmaların, böylesi bir deneyimin tüm uğraklarının, insanın kendi soyut bilinci olarak kavranması böylece emeğin yalnızca tinin soyut emeği olduğu yönünde bir tercihtir burada söz konusu edilen. Tüm içeriğin bağlandığı ve düşünce hareketlerinin üzerinde gidip geldiği, ilineklere katlanan bir “tasarlanmış özne”nin tahtını, kendini onarma yeteneğinde olan kavrama bırakışının kahramanıdır dil.
Dilin insanla ilişkisi organik bir ilişkidir; insanla yaşar ve gelişir. Dil aynı zamanda bir toplumun onurudur. Dil birliği, ulusal duyguların oluşmasında önemli bir rol oynar ve nihayetinde tarih bilincinin oluşumu için özsel bir öğedir.